Bitirdi beni..Yemin ederim şarj edilmem hatta yeniden yaratılmam lazım. Artık ben de, içimdeki çocuk da, dışımdaki kadın da herkes bitmiş durumda.
Benimle birlikte bu katta görev yapan 9 hemşire, 3 temizlik görevlisi, 2 yemek dağıtıcısı, muayene olduğumuz 2 profesör, 1 radyolog ve 1 çocuk doktoru da terapiye ihtiyaç duyuyorlar artık.
Daha önce anlatmıştım, Yiğit hastalandı. Yine...3 gün önce muayeneye diye geldik hastaneye, apar topar yatırdılar bizi. Akut lenfadenit'mişiz....Bu akşam çıkacağız hayırlısıyla da hemşireler de bir rahat nefes alacaklar. Hayır artık odamıza gelecek olanı kura ile filan seçiyorlar herhalde, ilk kez geleni de önden hazırlıyorlar " oradaki çocuğa dikkat et" diye.
Hayır tamam, çok hırpalandı yavrum. 2 kere damar yolu açtılar. Açtılar dediysem o minicik pamuk gibi ellerinde damar bulana kadar epey kanırttılar yavrumun elini bağırta bağırta.
Artık alışmış olmam lazım aslında ama alışılmıyormuş sevgili anneler. Yiğit bağırıyor, ben ona sımsıkı sarılıp acısını almaya çalışıyorum. 3 kere de kan aldılar, tüpler dolusu hem de. Yine 2 hemşire Yiğit'i zaptediyor, Yiğit çığılık çığlığa bağırıyor, ben ağlıyorum. Ay perişan olduk kaç gündür.
E tabii çocuğun ödü koptu bir kere. Odanın kapısına her gelen oğlumun canını yakıyor sonuçta. Çarşafları değiştirmeye gelen kadını haşlıyor, serumu değiştirmeye gelen hemşirelere " git buraadaaaaannn" diye bağırıp tekmeler savuruyor. O öyle tekmeler savururken hemşireler de tutup serumu değiştiremiyorlar tabii...Hayır adam laf söz de dinlemiyor. Neyse ki elinde oyuncak bir dürbünü var da arada camdan dışarıya, denizdeki gemilere, uzaktaki evlere filan bakıyor da biraz oyalanıyor.
Ben 3 gün önce daha şefkatli, anlayışlı bir anneydim ama artık ben de bittim dostlar. Yiğit herşeye " acıyyooorr" diyor. Hayır ne gerçekten acıtıyor ne palavra anlamak mümkün değil. Herşeye acıyor dediği için hemşirelerin de kafası karışıyor.
Bu arada yemek yememe konusuna hiç değinmiyorum bile. 1 lokma köfteyi, kendi rekorunu da egale ederek, 1 saat 45 dakika boyunca yanağında saklamayı başardı. O sürenin sonunda yutmasını ise KBB profesörünün verdiği filli parmak kuklasına borçluyuz.
Muayene olmaz, ilaç almaz, yemek yemez, serum değiştirtmez, odaya kimseyi sokmaz...ay tükendim valla..
Bu arada 3 gündür ben burada olunca minik kızım evde "annemi özledim" diye ağlamaya başlamış. Hastaneye ziyarete geldiklerinde de içli içli ağlıyor kuşum. Ah ben onu yerim yaaaa....
Hastane günlüğümüzden bazı muhabbetler:
Yiğit: Niye geldik buraya
Ben: E oğlum hastasın ya...Doktor amca boynuna bakacak
Yiğit: Bakmasın boynuma filan, ben boynumu şişik seviyorum
Hemşire kapıdan olanca sempatikliğiyle: Yiğiiitttt....nasılsıııınnn?
Yiğit ciyak ciyak: git burdaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaannnnnnnnnnn
hemşire: peki peki, gidiyorum
ben: aaa oğlum, çok kabaydı bu davranışın, ayıp oldu hemşire ablaya
Yiğit: sen de git o zaman
Doktor: gel bakalım Yiğiiiitttt, nasılsın?
Yiğit: İğne yok
Doktor: İğnem yok benim zaten, nasılsın?
Yiğit: Kan almak yok
Doktor: Daha seni muayene etmedim ki bir gel bakalım
Yiğit: Çubuk da yok
Doktor: O zaman sen de ağzını kocaman aç tamam mı?
Yiğit: Annee acıyyyooooooo
Ben: Ne acıyor oğlum, daha sana dokunmadı bile.....
Yiğit: Olsun, şimdi acır...
O boğaza bakılan çubukları sevimli hale getirmek için canlarım neler yapmadım ki....Uçlarına suratlar çizip 4 kişilik Çubuk ailesi bie yarattım...Yeni kuklalarımız ama heyhaatttt..Yine işe yaramadı.
Hayır arkadaşlar, beni bilirsiniz, pek de sabır abidesi, şefkat perisi bir insan değilimdir. Kendimi aştım yemin ederim. Uzun süredir sükunetimi muhafaza etmemi ancak anne olmamdan mütevellit Allah vergisi bir kazanıma borçlu olabilirim, başka birşeye değil.
Yani şekerler, hasta olduğuna mı yanayım huyunun değiştiğine mi derler ya...o hesap işte....
Bu arada hastalık mastalık ve topu topu 1 haftacık yaz tatili ile ben bu seneki izinlerimi yemiş durumdayım. Doktorumuzdan ezile büzüle birkaç gün rapor rica ettim. Sağolsun hemen çocuğunun refakatindedir diye bir rapor yazdı bana. Ardından sıkıla sıkıla müdürümü aradım. Dediğim gibi ben şanslıyım, çok anlayışlı bir müdürüm var. " aaa tabi Gülçin, önce sağlık" dedi. 1-2 gün işe gitmeyip oğluma bakabileceğim bu sayede...
Öpücükler
Anneye sormuşlar: " En çok hangi çocuğunu seviyorsun?" diye. Demiş ki: " Hepsine canım kurban, ama... Küçük büyüyene, hasta iyileşene, uzaktaki yakın gelene kadar gözbebeğimdir."
Pipi muhabbeti
Nedir bu erkeklerdeki pipi merakı kardeşim?
Hayır önceden " hep anaları yapıyor bunları böyle " derdim ama değilmiş arkadaşlar.
Eşim de ben de erkek çocuğu bulana kadar 9 kız doğurmayı göze alan zihniyette insanlardan değiliz başka manyaklıklarım vardır ama bu konuda sicilim temiz.
6 yaşında bir kızım ve 4,5 yaşında bir oğlum var Allah ömür versin. Ama özel olarak erkek olsun diye bir saplantımız hiç olmadı. Eh, haliyle evimizde de erkek evlada özel muamele yapılmıyor. Ne kızımıza " sen kızsın, hanım davran" telkininde bulunuyoruz ne de diğer sıpaya ikide birde " aaa..oğlum, erkek adam ağlamaz, sus bakayım" garipliğinde cümleler kuruyoruz. Ağlar efendim, erkek adam da ağlar. Bizimki biraz fazla ağlıyor o ayrı.
Bu girişten sonra tahmin edersiniz ki Yiğit'in pipisine de özel bir ilgimiz olmadı. Öyle konu komşu gelince " hadi oğlum göster pipini amcalara" moduna geçmedik hiç.
Güzel...Aferin bize...Ama gelin görün ki sonuç değişmedi. Pipisine hayran olduğu bir dönem geçirdik yine de...
Yiğit: İpek ben senden büyüğüm
İpek: Hayır değilsin, ben senden önce doğdum
Yiğit: Büyüğüm işte, benim pipim seninkinden büyük.....
Yiğit: Anne pipimin altındakiler ne?
Ben: Çekiştirme oğlum, canın acıyacak
Yiğit: İyi de bunlar ne?
Ben: Testis
Yiğit: Hö?
Ben: Torba diyelim
Yiğit: Ne torbası? İçinde ne var?
Ben: Metiiinnnn, gel oğlunla erkek erkeğe konuş....
Yiğit: Babaaa..İpek'in pipisi büyüyünce mi çıkacak?
Metin: eeeee...öööö....yok oğlum, kızların pipisi olmaz
Yiğit: Anne, kızların pipisi olmaz mı?
Ben: Evet oğlum, olmaz, kızların memesi olur
Yiğit: Ama İpek'in memesi de yok
Bu arada ailede, yani sülalede kimin pipisi var kimin yok tek tek saydığımız zamanlar da oldu. Özellikle tuvalette kakasının gelmesini beklediğimiz bitmek tükenmek bilmez zamanlarda vakit geçirmek için...
Ha, bir de o kadar uğraşmamıza ve dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmamıza rağmen oğlum 4 yaşına gelene kadar sadece erkeklerin pipisi olduğu gerçeğini kabul edemedi. Nedense İpek'in de pipisi olduğunu düşündü hep. Bunu yenmek için tuvalete beraber girmelerine, birinin klozete birinin lazımlığa oturmasına bile izin verdik ma ı-ıh...her şeyin bir zamanı varmış ve benim oğlumun bunu öğrenmesi için 4 yaşına gelmesi gerekiyormuş.
Bir gün karşı komşumuz kızı da bizde, oturma odasında oyun oynuyorlar. Biz de eşimle salonda oturup biraz televizyon seyrediyoruz.
Birden içeride bir gümbürtü koptu. Yiğit nasıl ok gibi fırlayıp salona ışınlandı bilemiyorum.
Yiğit: Annneeeee...koooşşş..İpek düştü
Ben bir yandan ayağa fırladım bir yandan da " Nereden düştü yavrum?" diye soruyorum çünkü oturma odasında düşecek bir yer yok.
Eşimle içeriye bir girdik ki İpek yerde ve bizim yüksek raflara çıkmak için kullandığımız metal ayaklı sandalye de yerde ters durumda. Kuşum sessiz sessiz ağlıyor.
Biz tabii hemen kızımızın üzerine hücum ettik.
Ben: Kızım ne oldu, neren acıyor?
Eşim: Yavrum neren acıyor?
İpek: Burası acıyor
Deyip bacaklarının arasını gösterdi. Ben zaten kızım ağladığından dolayı iyice paniklemişim. Bir de bacaklarının arasını işaret edince kızım iyice koptum. Bir tarafına birşey oldu, metal bacaklar yaraladı filan zannettim. O panikle " hani neresi yavrum?" deyip indirdim eşofmanının altını, hasar tespiti yapıyorum.
Ben eşofmanını ve iç çamaşırını indirip de kızımın her bir yerini kamuya açınca Yiğit bir anda hiç olmadığı kadar paniğe kapılıp avaz avaz bağırmaya başladı:
" İpek'in pipisi düşmüş anne, anne İpek'in pipisi mi düşmüş????"
Eh, orada olması gereken malzeme yerinde yok ya....
Eşimle gülmekten altımıza kaçırmamaya mı çalışalım, ablasının pipisi düştü diye paniğe kapılmış oğlumuzu mu yatıştıralım, canı acıyan kızımızı mı avutalım yoksa tüm bu manzaraya şahit olmuş komşumuzun 4,5 yaşındaki kızını mı sakinleştirelim şaşırmıştık.
Ne diyelim, bu olay Y kromozomuyla doğuştan getirdikleri bir özellik herhalde...
Hayır önceden " hep anaları yapıyor bunları böyle " derdim ama değilmiş arkadaşlar.
Eşim de ben de erkek çocuğu bulana kadar 9 kız doğurmayı göze alan zihniyette insanlardan değiliz başka manyaklıklarım vardır ama bu konuda sicilim temiz.
6 yaşında bir kızım ve 4,5 yaşında bir oğlum var Allah ömür versin. Ama özel olarak erkek olsun diye bir saplantımız hiç olmadı. Eh, haliyle evimizde de erkek evlada özel muamele yapılmıyor. Ne kızımıza " sen kızsın, hanım davran" telkininde bulunuyoruz ne de diğer sıpaya ikide birde " aaa..oğlum, erkek adam ağlamaz, sus bakayım" garipliğinde cümleler kuruyoruz. Ağlar efendim, erkek adam da ağlar. Bizimki biraz fazla ağlıyor o ayrı.
Bu girişten sonra tahmin edersiniz ki Yiğit'in pipisine de özel bir ilgimiz olmadı. Öyle konu komşu gelince " hadi oğlum göster pipini amcalara" moduna geçmedik hiç.
Güzel...Aferin bize...Ama gelin görün ki sonuç değişmedi. Pipisine hayran olduğu bir dönem geçirdik yine de...
Yiğit: İpek ben senden büyüğüm
İpek: Hayır değilsin, ben senden önce doğdum
Yiğit: Büyüğüm işte, benim pipim seninkinden büyük.....
Yiğit: Anne pipimin altındakiler ne?
Ben: Çekiştirme oğlum, canın acıyacak
Yiğit: İyi de bunlar ne?
Ben: Testis
Yiğit: Hö?
Ben: Torba diyelim
Yiğit: Ne torbası? İçinde ne var?
Ben: Metiiinnnn, gel oğlunla erkek erkeğe konuş....
Yiğit: Babaaa..İpek'in pipisi büyüyünce mi çıkacak?
Metin: eeeee...öööö....yok oğlum, kızların pipisi olmaz
Yiğit: Anne, kızların pipisi olmaz mı?
Ben: Evet oğlum, olmaz, kızların memesi olur
Yiğit: Ama İpek'in memesi de yok
Bu arada ailede, yani sülalede kimin pipisi var kimin yok tek tek saydığımız zamanlar da oldu. Özellikle tuvalette kakasının gelmesini beklediğimiz bitmek tükenmek bilmez zamanlarda vakit geçirmek için...
Ha, bir de o kadar uğraşmamıza ve dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmamıza rağmen oğlum 4 yaşına gelene kadar sadece erkeklerin pipisi olduğu gerçeğini kabul edemedi. Nedense İpek'in de pipisi olduğunu düşündü hep. Bunu yenmek için tuvalete beraber girmelerine, birinin klozete birinin lazımlığa oturmasına bile izin verdik ma ı-ıh...her şeyin bir zamanı varmış ve benim oğlumun bunu öğrenmesi için 4 yaşına gelmesi gerekiyormuş.
Bir gün karşı komşumuz kızı da bizde, oturma odasında oyun oynuyorlar. Biz de eşimle salonda oturup biraz televizyon seyrediyoruz.
Birden içeride bir gümbürtü koptu. Yiğit nasıl ok gibi fırlayıp salona ışınlandı bilemiyorum.
Yiğit: Annneeeee...koooşşş..İpek düştü
Ben bir yandan ayağa fırladım bir yandan da " Nereden düştü yavrum?" diye soruyorum çünkü oturma odasında düşecek bir yer yok.
Eşimle içeriye bir girdik ki İpek yerde ve bizim yüksek raflara çıkmak için kullandığımız metal ayaklı sandalye de yerde ters durumda. Kuşum sessiz sessiz ağlıyor.
Biz tabii hemen kızımızın üzerine hücum ettik.
Ben: Kızım ne oldu, neren acıyor?
Eşim: Yavrum neren acıyor?
İpek: Burası acıyor
Deyip bacaklarının arasını gösterdi. Ben zaten kızım ağladığından dolayı iyice paniklemişim. Bir de bacaklarının arasını işaret edince kızım iyice koptum. Bir tarafına birşey oldu, metal bacaklar yaraladı filan zannettim. O panikle " hani neresi yavrum?" deyip indirdim eşofmanının altını, hasar tespiti yapıyorum.
Ben eşofmanını ve iç çamaşırını indirip de kızımın her bir yerini kamuya açınca Yiğit bir anda hiç olmadığı kadar paniğe kapılıp avaz avaz bağırmaya başladı:
" İpek'in pipisi düşmüş anne, anne İpek'in pipisi mi düşmüş????"
Eh, orada olması gereken malzeme yerinde yok ya....
Eşimle gülmekten altımıza kaçırmamaya mı çalışalım, ablasının pipisi düştü diye paniğe kapılmış oğlumuzu mu yatıştıralım, canı acıyan kızımızı mı avutalım yoksa tüm bu manzaraya şahit olmuş komşumuzun 4,5 yaşındaki kızını mı sakinleştirelim şaşırmıştık.
Ne diyelim, bu olay Y kromozomuyla doğuştan getirdikleri bir özellik herhalde...
Okulu kıralım Taksim'e çıkalım
İçinizde bugün, nedense özellikle bugün, çalışma aşkıyla yanıp tutuşan var mı?
Lütfen yok deyin. Bu güzel havada fabrikaya tıkılıp çalışmak zorunda kaldığı için kendini kötü hisseden tek kişi olmak istemiyorum. O zaman duyduğum suçluluk hissi daha da ağır basacak.
Bugünlerde bir tuhaflık var bende…Salak gibi anlamsız bir heyecan var, hani her gün Cuma'ymış gibi, sanki her an yeni ve güzel bir şey karşıma çıkacakmış da o da içime doğuyormuş gibi…Bahar çarpması sanırım, geçer herhalde…Belki de aşklı meşkli kitapları okumayı bırakıp sadık yarim Ahmet Ümit'e geri dönmeliyim. Azıcık cinayet kurgusu belki beni biraz toparlar.
Aslında sorun tamamen bu güzel havalarda çalışmak istememden kaynaklanıyor. Hava tam "okulu kıralım Taksim'e çıkalım" havası. Eh kışın da o soğukta çalışmak istemiyorum. Evde sıcacık ekose battaniyemin altında elimde kahve bezmek varken o karda kışta kim 90 km yol tepip işe gidecek? Cevap veriyorum: oflaya puflaya ben…
Neden sanki ülkemizde doğru düzgün pozisyonlar için part time iş olanakları yok ki? Gidip mühendis olacağıma öğretmen veya eczacı olsaydım daha mı iyi olurdu acaba? Yoksa bende bu kafa varken öyle de böyle de şikayet edecek bir şey bulur muydum?
Sizin ruhsal durumunuz bugünlerde nasıl? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Gülçin - the sıkılgan-
Lütfen yok deyin. Bu güzel havada fabrikaya tıkılıp çalışmak zorunda kaldığı için kendini kötü hisseden tek kişi olmak istemiyorum. O zaman duyduğum suçluluk hissi daha da ağır basacak.
Bugünlerde bir tuhaflık var bende…Salak gibi anlamsız bir heyecan var, hani her gün Cuma'ymış gibi, sanki her an yeni ve güzel bir şey karşıma çıkacakmış da o da içime doğuyormuş gibi…Bahar çarpması sanırım, geçer herhalde…Belki de aşklı meşkli kitapları okumayı bırakıp sadık yarim Ahmet Ümit'e geri dönmeliyim. Azıcık cinayet kurgusu belki beni biraz toparlar.
Aslında sorun tamamen bu güzel havalarda çalışmak istememden kaynaklanıyor. Hava tam "okulu kıralım Taksim'e çıkalım" havası. Eh kışın da o soğukta çalışmak istemiyorum. Evde sıcacık ekose battaniyemin altında elimde kahve bezmek varken o karda kışta kim 90 km yol tepip işe gidecek? Cevap veriyorum: oflaya puflaya ben…
Neden sanki ülkemizde doğru düzgün pozisyonlar için part time iş olanakları yok ki? Gidip mühendis olacağıma öğretmen veya eczacı olsaydım daha mı iyi olurdu acaba? Yoksa bende bu kafa varken öyle de böyle de şikayet edecek bir şey bulur muydum?
Sizin ruhsal durumunuz bugünlerde nasıl? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Gülçin - the sıkılgan-
Bayram Tefrikası 4. Bölüm
Kardeşim bende de ne çene varmış yaw.
Nerede kalmıştık? Hah, en son Topkapı Sarayı'ndan çıkıyorduk. Çocukların biri oturuyor, diğer arkada ayakta duruyor, Metin arabayı sürüyor, ben çantayı taşıyorum.
Çıkmadan önce Topkapı Müzesi'nin çıkışındaki müze mağazasına uğrayıp İpek'e çok güzel, ki ben de bayıldım, bir hediye aldık. Kağıt bebek giydirme setleri ama padişah ve sultan giydiriyorsunuz. Nefis bir düşünce bayıldım.
Hava kararmaya başlamış, bahçedeki yaşlı kocaman ağaç bile gölgelerin arasına saklanmış.
Tam biraz romantik olup kolkola girecektik ki çocukların Titanik yapmak istemesi tuttu.
Metin başladı çocuk arabasını koşturmaya, ben de yanlarında koşuyorum tabii
- Hadi baba, daha hızlıııııı
Daha hızlı koşuyoruz, benim kocaman sırt çantam lüp lüp oynuyor sırtımda
- Daha hızlı baba daha hızlı...
Uçuyoruz biz...Yanlarından koşarak geçtiğimiz insanlar bize nasıl tatlı, nasıl gülerek bakıyorlardı anlatamam...İnsanların bize öyle gülerek bakmaları çok hoşuma gitti...
Taaa Aya Sofya'nın önüne kadar geldik böyle..
Değil...kaybolduk.
Metin: Bu Sultan Ahmet hakikaten iyi resim veriyor hayatım
Ben: Evet hayatım
İpek: Çok kocamaaannnn
Yiğit: Benim uykum geldi
Kafelerin, çay bahçelerinin önünden aşağıya doğru yürümeye başladık. Hava artık iyice karanlık. Yürüyoruz ama geldiğimiz yerleri hiç tanımıyoruz.
Ben: Metin biz neredeyiz hayatım
İpek: Kaybolduk işte, harika...
Yiğit: Çok uykum vaaaarrrrr
Metin: Tamam tamam, şuradan gideceğiz.
Yani düşünsenize dostlar, o sokaklarda yüzlerce yıl önce de hayat vardı. İnsanlar yaşıyor, çocuklar oynuyor, hayat tüm doluluğuyla devam ediyordu. İçim bir garip oluyor öyle mekanlarda...
Metin: Yaw Gülçin, Kültür Bakanlığı İstanbul'un eski çeşmelerini restore etse, şimdikinin 3 katı turist gelir İstanbul'a...
Gerçekten de o virane sokaklarda dolaşırken bir anda bir duvarın dibinde eski ve harap olmuş bir çeşme çıkıyordu karşımıza. Sanki yandaki eski köşkün beslemesi kızın hayali hala oradan suyu alıyor gibiydi....
Çok mu dramatik oldum? Eh alışkın değilsiniz tabii benim bu hallerime...Bu yazıyı hastaneden yazıyorum ve ruh halim pek de zıbıtmaya müsait değil şu anda, o yüzdendir bu depreşik halim...
Neyse efendim, az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, otoparka vardık.
Arabamıza binip evimize geldik veeee...Evet veee....35 yaşıma girdiğim bugünün anlam ve ehemmiyetine uygun olarak pastamızı kestik.
Benim için unutulmaz bir doğum günüydü bugün...
Tefrikamız burada sona ermiştir, hepinize geçmiş olsun
Sevgiler
Çalışan annenin çocuğu hasta olunca
Sevgili dostlarım,
Aslında bayram tefrikamın 4. bölümünü dün yayınlayacaktım. Sizlere söz vermiştim ama ne demişler: " Tanrı'yı güldürmek istiyorsan plan yap"
Ben de 11 yıllık bir planlamacı olarak bu sözü kendime düstur edindim :-))
Yiğit'in durumunu pek çoğunuz biliyorsunuz. Doğumda neler yaşadığını ve sonrasında nasıl hassas bir bünyeye sahip olduğunu. Her sene ayda, çok çok 1,5 ayda bir nasıl ateşlendiğini...
Evet çalışan ve bunun için her gün ağlayıp zırlayan ama ev hanımı da olamayan bir bünyeye sahip olduğum için çocukların hastalanması halinde ekstra zorluk yaşıyoruz.
Hayır sorun olan şey şu: Çocuğu akşam sapa sağlam, lay lay lom yatırıyorsun, sabah 39 derece ateşle uyanıyor. Sırf bu yüzden aslında çocukların ikisi de okula gitmesine rağmen eve tam gün yardımcı kadın tuttuk. Çünkü sabahın 4'ünde çocuk ateşler içinde yanınca o saatte işe gidememe durumunu organize etmek pek kolay olmuyordu.
Hatta bir keresinde akşam gene Yiğit'i sapasağlam yatırdık, gecenin 3'ünde ateşten boğulmuş halde uyandı. Ertesi gün iş yerimde sunumum vardı, ertelemem veya gitmemem mümkün değildi, eşimin önemli bir toplantısı vardı, gitmemesi söz konusu bile olamazdı. Ailelerimiz zaten başka şehirlerde yaşıyorlar, ha deyince yardıma gelmeleri imkansız. E hasta çocuğu okula da gönderemeyiz.
Kaldık mı biz ortada? Eşim aldı, hasta oğlumuzu fabrikaya götürdü, toplantısı bitene kadar asistanlar oğlanı idare ettiler. Ben de okula durumu anlattım, ayrı bir karantina odası hazırladılar da öğleden sonrayı okulunda tecrit vaziyette geçirdi.
Allah'tan benim son derece anlayışlı bir müdürüm var. Bugüne kadar izin almakta hiç zorluk çekmedim. Ama izin de bir yere kadar. Tüm yıllık izinlerim bitti. Eh, yıl sonuna da birşey kalmadı diye düşünüyordum ki:
Dün sabah kalktım, giyinip iş gittim. Gittim dediysem servisle 1saat 15 dakika süren ve araban yoksa gün içerisinde evime ulaşmanın mümkün olmadığı bir yerde çalışıyorum. Neyse efendim, bir gün önce yeni aldığım kıyafetimi giydim çünkü o gün başka bir departmana atanan arkadaşımıza veda yemeğimiz vardı.
Sabah evde sigortalar attığı için elektrikler yoktu. 08:30'a eşimi aradım. Ben sabahları evden 06:30'da çıktığım için çocukları kaldırıp, kahvaltı yaptırıp, giydirip servislerine bindirme görevini 3 yıldır eşim başarıyla yürütüyor. Aradım ki elektrik problemini işe gitmeden çözsün de bakıcımız sıkıntı çekmesin.
Eşim demez mi " Gülçin, Yiğit ateşliydi, okula göndermedim. Bakıcımız geldi ama benim işe gitmem gerekiyor". Hadiii...Nasıl ateşlenir bu çocuk, sadece bu ay 3 şişe antibiyotik içti ve son dozu da daha 3 gün önce aldı.
Eve gitmem lazım. Ama o da o kadar kolay değil, yol çok uzun ve direkt vasıta yok. 2 sene önce araba bulamadığım için yanına gidememiştim. Akşama kadar iş yerimde ağlaya ağlaya gezmiştim. Kızımın çenesine 4 dikiş atılırken elini tutamamıştım.
Şansıma çalışma arkadaşlarımdan ikisi İstanbul'a toplantıya gidiyorlarmış. Beni de eve bırakıverdiler.
Ateşten dudakları bile şişmiş olan oğlumu alıp hastaneye koştum. Hikayeyi dinleyen doktorumuz bir yığın kan tahlili, idrar tahlili, boyun ultrasonu, röntgen incelemeleri verdi, geceden beri hastanedeyiz. Şu anda ateşi biraz düştü ve sakin sakin çizgi film seyrediyor da ben de biraz yazı yazabiliyorum. Bu gece de hastanede kalma ihtimalimiz mevcut.
Ben ise Pazartesi günü ne yapacağımı düşünüyorum. İzinlerim bitti, bir şekilde rapor almam lazım ama o da özel sektörde çalışan biri için çok uygun bir davranış olmuyor. Ne yapayım, çocuklarım önce gelir tabii ki....
Neyse arkadaşlar, Allah çaresiz dert göstermesin...Bir yolunu bulacağız elbet...
Sevgiler
Aslında bayram tefrikamın 4. bölümünü dün yayınlayacaktım. Sizlere söz vermiştim ama ne demişler: " Tanrı'yı güldürmek istiyorsan plan yap"
Ben de 11 yıllık bir planlamacı olarak bu sözü kendime düstur edindim :-))
Yiğit'in durumunu pek çoğunuz biliyorsunuz. Doğumda neler yaşadığını ve sonrasında nasıl hassas bir bünyeye sahip olduğunu. Her sene ayda, çok çok 1,5 ayda bir nasıl ateşlendiğini...
Evet çalışan ve bunun için her gün ağlayıp zırlayan ama ev hanımı da olamayan bir bünyeye sahip olduğum için çocukların hastalanması halinde ekstra zorluk yaşıyoruz.
Hayır sorun olan şey şu: Çocuğu akşam sapa sağlam, lay lay lom yatırıyorsun, sabah 39 derece ateşle uyanıyor. Sırf bu yüzden aslında çocukların ikisi de okula gitmesine rağmen eve tam gün yardımcı kadın tuttuk. Çünkü sabahın 4'ünde çocuk ateşler içinde yanınca o saatte işe gidememe durumunu organize etmek pek kolay olmuyordu.
Hatta bir keresinde akşam gene Yiğit'i sapasağlam yatırdık, gecenin 3'ünde ateşten boğulmuş halde uyandı. Ertesi gün iş yerimde sunumum vardı, ertelemem veya gitmemem mümkün değildi, eşimin önemli bir toplantısı vardı, gitmemesi söz konusu bile olamazdı. Ailelerimiz zaten başka şehirlerde yaşıyorlar, ha deyince yardıma gelmeleri imkansız. E hasta çocuğu okula da gönderemeyiz.
Kaldık mı biz ortada? Eşim aldı, hasta oğlumuzu fabrikaya götürdü, toplantısı bitene kadar asistanlar oğlanı idare ettiler. Ben de okula durumu anlattım, ayrı bir karantina odası hazırladılar da öğleden sonrayı okulunda tecrit vaziyette geçirdi.
Allah'tan benim son derece anlayışlı bir müdürüm var. Bugüne kadar izin almakta hiç zorluk çekmedim. Ama izin de bir yere kadar. Tüm yıllık izinlerim bitti. Eh, yıl sonuna da birşey kalmadı diye düşünüyordum ki:
Dün sabah kalktım, giyinip iş gittim. Gittim dediysem servisle 1saat 15 dakika süren ve araban yoksa gün içerisinde evime ulaşmanın mümkün olmadığı bir yerde çalışıyorum. Neyse efendim, bir gün önce yeni aldığım kıyafetimi giydim çünkü o gün başka bir departmana atanan arkadaşımıza veda yemeğimiz vardı.
Sabah evde sigortalar attığı için elektrikler yoktu. 08:30'a eşimi aradım. Ben sabahları evden 06:30'da çıktığım için çocukları kaldırıp, kahvaltı yaptırıp, giydirip servislerine bindirme görevini 3 yıldır eşim başarıyla yürütüyor. Aradım ki elektrik problemini işe gitmeden çözsün de bakıcımız sıkıntı çekmesin.
Eşim demez mi " Gülçin, Yiğit ateşliydi, okula göndermedim. Bakıcımız geldi ama benim işe gitmem gerekiyor". Hadiii...Nasıl ateşlenir bu çocuk, sadece bu ay 3 şişe antibiyotik içti ve son dozu da daha 3 gün önce aldı.
Eve gitmem lazım. Ama o da o kadar kolay değil, yol çok uzun ve direkt vasıta yok. 2 sene önce araba bulamadığım için yanına gidememiştim. Akşama kadar iş yerimde ağlaya ağlaya gezmiştim. Kızımın çenesine 4 dikiş atılırken elini tutamamıştım.
Şansıma çalışma arkadaşlarımdan ikisi İstanbul'a toplantıya gidiyorlarmış. Beni de eve bırakıverdiler.
Ateşten dudakları bile şişmiş olan oğlumu alıp hastaneye koştum. Hikayeyi dinleyen doktorumuz bir yığın kan tahlili, idrar tahlili, boyun ultrasonu, röntgen incelemeleri verdi, geceden beri hastanedeyiz. Şu anda ateşi biraz düştü ve sakin sakin çizgi film seyrediyor da ben de biraz yazı yazabiliyorum. Bu gece de hastanede kalma ihtimalimiz mevcut.
Ben ise Pazartesi günü ne yapacağımı düşünüyorum. İzinlerim bitti, bir şekilde rapor almam lazım ama o da özel sektörde çalışan biri için çok uygun bir davranış olmuyor. Ne yapayım, çocuklarım önce gelir tabii ki....
Neyse arkadaşlar, Allah çaresiz dert göstermesin...Bir yolunu bulacağız elbet...
Sevgiler
Bayram Tefrikası 3. Bölüm
Çıktık..Topkapı Sarayı'na gidiyoruz. Yerebatan'ın önünden karşıya geçtik, yukarı doğru tırmanıyoruz. İpek çocuk arabasında, Yiğit arkada buggy board'un üzerinde ayakta, Metin arabayı sürüyor, ben de sırt çantasını yüklendim yanlarında yürüyorum sakin sakin. Filmlerdeki uçağı kaçırmamak için deli gibi koşan 9 çocuklu sarsak Amerikan aileleri gibi görünmediğimiz nadir zamanlardan birini yaşıyoruz.
Bir yandan yürüyoruz bir yandan da börtün böceğin, uyuyan kedilerin filan resmini çekiyoruz.
Turistiz ya bugün, bir kaptırmışız kendimizi sormayın. Caferağa Medresesi'ni geçtik, Değerli Taşlar Müzesi'ni de geride bıraktık geldik Soğuk Çeşme Sokağının başına…
Ben bu sokağı sevmesine severim de evleri sarı, mavi, mor, pembe filan yapmamışlar mı bana göre hiç güzel olmamış. Orjinallikten çok uzakta yani…
Sokağın başında gene 5 dakika foto molası verdik.
Ben: Metiiinnn…biraz daha geri git de şu ağacı da alayım
Metin: Anneye bakın çocuklar
Yiğit: Ne zaman gitçez? İpek, in arabadan biraz da ben bineyim
İpek: Hayır
Neyse bu şekilde biraz mesai harcadık…da…dün akşam çektiğimiz resimlere baktım…Ağacı hakikaten güzel çekmişim ama Metin'i ve çocukları bulmak için epey bir zoom yapmak gerekiyor.
Ben bu sokağı sevmesine severim de evleri sarı, mavi, mor, pembe filan yapmamışlar mı bana göre hiç güzel olmamış. Orjinallikten çok uzakta yani…
Sokağın başında gene 5 dakika foto molası verdik.
Ben: Metiiinnn…biraz daha geri git de şu ağacı da alayım
Metin: Anneye bakın çocuklar
Yiğit: Ne zaman gitçez? İpek, in arabadan biraz da ben bineyim
İpek: Hayır
Neyse bu şekilde biraz mesai harcadık…da…dün akşam çektiğimiz resimlere baktım…Ağacı hakikaten güzel çekmişim ama Metin'i ve çocukları bulmak için epey bir zoom yapmak gerekiyor.
Güzel güzel yürüdük ve sokağın sonuna, Topkapı'nın köşesine geldik. Orada, tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama tarihi bir küçük yer var.
Ben: Ayyy, Metin, 22-23 sene önce yaz tatilinde teyzemlere İstanbul'a geldiğimizde tam burada otururken çekilmiş bir resmim var. Hadi gene aynı yerde oturayım, aynı pozu vereyim, resmimi çek.
Yiğit: Ben de gelicem
Metin: Ooolum ben bir anneni çekeyim, seni de sonra çekerim
İpek: Beni de çek
Şeklinde kısa bir mücadeleden sonra 22 sene önce oturduğum yerde oturup aynı pozu verdim. Bir garip oldum….
Sonra Yiğit ve İpek de resim çekildiler. İpek'in tırmandığı yerde bacak bacak üstüne atıp bir poz verişi vardı ki sormayın…
Sonra aynı fotoğraf maceralarını Topkapı Sarayı'nın dış kapısında, iç avlusunda ve bilumum yerlerinde de yaşadık. Avludan içeriye girdik yürüyoruz. Hemen sağ tarafta Askerler nöbet tutuyor. Bildiğimiz Türk askerleri, Yeniçeri filan değil yani.
Metin: Ya Gülçin bu askerler Topkapı'nın içinde niye nöbet tutuyorlar? Osmanlı'nın torunları gelip tahta oturmaya kalkmasınlar diye mi? Hihohahağanaa….
Ben: Ay Metin yaaa…ne bileyim belki aşağıda askeri birlik filan vardır
Metin: Ben de onu diyorum ya işte…Sarayın içine niye birlik kurmuşlar? Tahta çıkmaya kimse kalkışmasın diye mi? Ahihihohahah
Aslında ben de gerçekten merak ettim, niye acaba içeride askeri birlik vardı? Belki Topkapı'nın hazinelerini korumak içindir. Evet, bu mantıklı olabilir. Beğendim kendi aklımı bakın şimdi…
Bu arada müze kart alabileceğimiz bir yer araştırıyoruz. Bir yandan da ben yine çocuklara öğreten adam modundayım.
Ben: Çocuklar bakın yüzleeeerce yıl önce şu anda yürüdüğümüz bahçede Padişahlar Sultanlar yürürmüş, yaaaa…
İpek: Yaaa…sultanlar burada mı yürürmüş?
Yiğit: Kakam geldi
İleride bir tane müze kart bankosu gördük ama önünde iki kişi vardı ve satan kişi de yoktu. Önce boşverip bilet alalım dedim. Ama Metin'in yönlendirmesiyle bilet fiyatı ile müze kart fiyatının aynı olduğunu öğrenince ve de müze kartın 1 sene boyunca Kültür Bakanlığı'na bağlı müzelere ücretsiz giriş sağladığını hatırlayınca bilet almaktan vazgeçip müze kart satıcısının öğlen yemeğinden dönmesini beklemeye karar verdik.
Adam geldi, kartımızı aldık, bahçedeki muhteşem ağacın da resmini çektik ve girişe doğru yöneldik. Ama bir dakika: Çocuklara ücretsiz geçiş için bilet kestirecekmişiz. Gittim gişeye.
Ben: 2 çocuk için ücretsiz giriş bileti lütfen
Gişeci: yaş kaç?
Ben: 6 ve 4,5
Gişeci: tamam gerek yok
Ben: ama alın dediler
Gişeci: al, ikisine bir bilet yeter
Ben: Nassı yani? Şeklinde verilen 1 bileti alıp Metin'in yanına gittim. Muhabbeti anlattım. Metin yine:
Metin: Madem çocuklar ücretsiz giriyor, neden bilet kesiyorlar?
Ben: Bilmiyorum
Metin: Hayır eğer müzeleri kaç çocuğun ziyaret ettiğinin kaydını tutmaya çalışıyorlarsa neden ikisine 1 bilet kesiyorlar?
Ben:bilmiyorum
Metin: Ne saçma
Ben: Evet ayatım, çok saçma
Şeklinde bir muhabbetle turnikelere geldik. Görevliler çocukları ayrı bir tarafa aldılar, biz kartlarımızı okutup turnikelerden geçtik. Bu arada bir tane görevli, arabada oturan Yiğit'i ve arkasında ayakta duran İpek'i işaret edip " hey, kaçak giriş var burada, nihohahahaa" şeklinde ağız dolusu bir kahkaha atınca İpek'imin yüzünü görecektiniz. Ödü koptu, bir de suçlandı, kaçak giriş yapıyor diye…Kuşum benim.
Efendim içeri girdik…de ben şimdi nasıl anlatayım burayı…gezmesi günler sürer, anlatması aylar…Birkaç satırbaşı vereyim:
Bir kere İpek padişahların neden elbise giydiğini anlayamadı, o kacaman kaftanlar elbise gibi ya…"o zamanın modası böyleydi yavrum" deyip konuyu kapattık, ne yapalım.
Bu arada arkadaşım, padişahlar kaç okka çekiyordu acaba? Hepimiz bir araya gelsek kaftanın içinde boş yer kalır genede…ne kocaman şeyler onlar öyle…Şalvarları hiç söylemiyorum bile…
Bu arada tahtları da gördük. Padişah bilmem kimin savaşa giderken kullandığı oymalı, sedef kakmalı taht harikaydı…da…insan savaşa da tahtla mı gidermiş? Oldum…tabi biraz düşününce, adamların padişah olduğunu, sıcacık, muhteşem saraylarından çıkıp savaşa bilfiil katılmalarının bile aslında müthiş bir olay olduğunun farkına vardım. Yerlerinden kıpırdamayıp ordularını da gönderebilirlerdi. Eh, savaşa da tahtla gitmişler çok mu? Tabii ki bu durumu Atatürk'ün parkasını yorgan, taşı yastık yapıp cephede karların üzerinde uyurken ki haliyle kıyaslamamak lazım. Farklı devirler, farklı dönemsel konjoktür, farklı amaçlar vs. O kıyaslamaya girmenin bir anlamı yok şimdi. Hayır ben girmiştim, çıkamadım o bakımdan yani….
Mücevherler şahaneydi…Şa-ha-ne…kafam kadar zümrütler, ceviz gibi yakutlar, hele Kaşıkçı Elması…muhteşemdi…de…Padişahların törenler sırasında su içtikleri som altından, üzeri elmas, yakut ve zümrütlerle süslü matara çocuklara pek bir enteresan geldi. Onun neresinden su içilir, o nasıl bir mataradır anlayamadılar. Üzerinde Ben Ten ve de Barbie olmayan bir matara olur muymuş hiç?
Bu gezi sırasındaki muhabbeti şöyle özetleyebilirim:
Ben: Bakın çocuklar bu sorguç..Padişahlar kafalarındaki kocaman sarıklara takarlarmış, süs diye
İpek: waaoauuvvvvvv
Yiğit: Çişim geldi
…………..
Ben: Bakın çocuklar bu padişahların kaftanı, ipekten yapmışlar
İpek: Kocaamaannnn
Yiğit: kakam geldi
………….
Ben: Ay Metinnn…şu mücevherlere baaakkk…ne kadar çok mücevherleri var...
Metin: E onlar padişah Gülçin, olcek tabii…
İpek: Ay çook parlak
Yiğit: Ne zaman gitçez…
Bu muhabbet bööööyylece devam etti dostlarım.
Gezdik gezdik, bol bol fotoğraf çektik, yorulduk, acıktık. Baktık, Sarayın altında bir kebapçı..
Ben: Ay Metin çocuklar acıktı, şurada bir kebapçı var
Metin: Gidelim hayatım
Ben: Manzarası da çok güzel, deniz, boğaz filan
Metin: Evet hayatım
Ben: Ay ama şimdi burası çok pahalıdır, boşver
Metin: Saçmalama Gülçin, hadi yürü, gidip bir yemek yiyelim şurada…
Gittik arkadaşlar…tam kenarda, nefis manzaraya hakim bir masada oturduk. Herşey harika…menü geldi, sipariş vereceğim. Çocuklar köfte istiyorlar. Biz de beğendi,meğendi bir şey istedik işte. İçecek olarak nefis üzüm şırası. Üstüne de okkalı bir orta kahve…ay nasıl keyifliyim anlatamam.
Sonra Metin Yiğit'i tuvalete götürdü, ben de hesabı alayım dedim. Allah'ım keşke hesabı Metin isteseydi ve bana duyurmadan ödeme işini halletseydi. O kadarcık yemeğe, tamam yemek çok güzeldi ama olsun- evet, o kadarcık yemeğe tam 189 TL hesap geldi. O ne yaaa….iki tabak köfte 55 TL….mideme oturdu, yüreğime indi…
Metin'e söyledim, cevap belli zaten, ne kaşınıyorsun kızım.
Metin: e öyle tabii Gülçin, ne zannediyorsun? Hani sen bana seni Sunset'e manset'e götürmüyorum diye laf söylüyorsun ya, oralar buranın kaç katı sen biliyor musun?
Ben: Ay istemem Manset filan, ben evde köfte yaparım, boşver sen…..
Yemek yenmiş, tuvaletler yapılmış, Saray'ı gezmeye devam ediyoruz ama çocuklar iyice koptular olaydan. Yorgunluk, rehavet, can sıkıntısı filan bitirdi onları. Kutsal emanetler odalarını da gezdik zorla ama yetti…Bugünlük bu kadar kültür yeter herkese dedik.
Dönüş yolu maceramız da sonraki bölümde arkadaşlar. Daha hala 15 Kasım'ı bitiremedik yani….
Sevgiler
Metin: Ya Gülçin bu askerler Topkapı'nın içinde niye nöbet tutuyorlar? Osmanlı'nın torunları gelip tahta oturmaya kalkmasınlar diye mi? Hihohahağanaa….
Ben: Ay Metin yaaa…ne bileyim belki aşağıda askeri birlik filan vardır
Metin: Ben de onu diyorum ya işte…Sarayın içine niye birlik kurmuşlar? Tahta çıkmaya kimse kalkışmasın diye mi? Ahihihohahah
Aslında ben de gerçekten merak ettim, niye acaba içeride askeri birlik vardı? Belki Topkapı'nın hazinelerini korumak içindir. Evet, bu mantıklı olabilir. Beğendim kendi aklımı bakın şimdi…
Bu arada müze kart alabileceğimiz bir yer araştırıyoruz. Bir yandan da ben yine çocuklara öğreten adam modundayım.
Ben: Çocuklar bakın yüzleeeerce yıl önce şu anda yürüdüğümüz bahçede Padişahlar Sultanlar yürürmüş, yaaaa…
İpek: Yaaa…sultanlar burada mı yürürmüş?
Yiğit: Kakam geldi
İleride bir tane müze kart bankosu gördük ama önünde iki kişi vardı ve satan kişi de yoktu. Önce boşverip bilet alalım dedim. Ama Metin'in yönlendirmesiyle bilet fiyatı ile müze kart fiyatının aynı olduğunu öğrenince ve de müze kartın 1 sene boyunca Kültür Bakanlığı'na bağlı müzelere ücretsiz giriş sağladığını hatırlayınca bilet almaktan vazgeçip müze kart satıcısının öğlen yemeğinden dönmesini beklemeye karar verdik.
Adam geldi, kartımızı aldık, bahçedeki muhteşem ağacın da resmini çektik ve girişe doğru yöneldik. Ama bir dakika: Çocuklara ücretsiz geçiş için bilet kestirecekmişiz. Gittim gişeye.
Ben: 2 çocuk için ücretsiz giriş bileti lütfen
Gişeci: yaş kaç?
Ben: 6 ve 4,5
Gişeci: tamam gerek yok
Ben: ama alın dediler
Gişeci: al, ikisine bir bilet yeter
Ben: Nassı yani? Şeklinde verilen 1 bileti alıp Metin'in yanına gittim. Muhabbeti anlattım. Metin yine:
Metin: Madem çocuklar ücretsiz giriyor, neden bilet kesiyorlar?
Ben: Bilmiyorum
Metin: Hayır eğer müzeleri kaç çocuğun ziyaret ettiğinin kaydını tutmaya çalışıyorlarsa neden ikisine 1 bilet kesiyorlar?
Ben:bilmiyorum
Metin: Ne saçma
Ben: Evet ayatım, çok saçma
Şeklinde bir muhabbetle turnikelere geldik. Görevliler çocukları ayrı bir tarafa aldılar, biz kartlarımızı okutup turnikelerden geçtik. Bu arada bir tane görevli, arabada oturan Yiğit'i ve arkasında ayakta duran İpek'i işaret edip " hey, kaçak giriş var burada, nihohahahaa" şeklinde ağız dolusu bir kahkaha atınca İpek'imin yüzünü görecektiniz. Ödü koptu, bir de suçlandı, kaçak giriş yapıyor diye…Kuşum benim.
Efendim içeri girdik…de ben şimdi nasıl anlatayım burayı…gezmesi günler sürer, anlatması aylar…Birkaç satırbaşı vereyim:
Bir kere İpek padişahların neden elbise giydiğini anlayamadı, o kacaman kaftanlar elbise gibi ya…"o zamanın modası böyleydi yavrum" deyip konuyu kapattık, ne yapalım.
Bu arada arkadaşım, padişahlar kaç okka çekiyordu acaba? Hepimiz bir araya gelsek kaftanın içinde boş yer kalır genede…ne kocaman şeyler onlar öyle…Şalvarları hiç söylemiyorum bile…
Bu arada tahtları da gördük. Padişah bilmem kimin savaşa giderken kullandığı oymalı, sedef kakmalı taht harikaydı…da…insan savaşa da tahtla mı gidermiş? Oldum…tabi biraz düşününce, adamların padişah olduğunu, sıcacık, muhteşem saraylarından çıkıp savaşa bilfiil katılmalarının bile aslında müthiş bir olay olduğunun farkına vardım. Yerlerinden kıpırdamayıp ordularını da gönderebilirlerdi. Eh, savaşa da tahtla gitmişler çok mu? Tabii ki bu durumu Atatürk'ün parkasını yorgan, taşı yastık yapıp cephede karların üzerinde uyurken ki haliyle kıyaslamamak lazım. Farklı devirler, farklı dönemsel konjoktür, farklı amaçlar vs. O kıyaslamaya girmenin bir anlamı yok şimdi. Hayır ben girmiştim, çıkamadım o bakımdan yani….
Mücevherler şahaneydi…Şa-ha-ne…kafam kadar zümrütler, ceviz gibi yakutlar, hele Kaşıkçı Elması…muhteşemdi…de…Padişahların törenler sırasında su içtikleri som altından, üzeri elmas, yakut ve zümrütlerle süslü matara çocuklara pek bir enteresan geldi. Onun neresinden su içilir, o nasıl bir mataradır anlayamadılar. Üzerinde Ben Ten ve de Barbie olmayan bir matara olur muymuş hiç?
Bu gezi sırasındaki muhabbeti şöyle özetleyebilirim:
Ben: Bakın çocuklar bu sorguç..Padişahlar kafalarındaki kocaman sarıklara takarlarmış, süs diye
İpek: waaoauuvvvvvv
Yiğit: Çişim geldi
…………..
Ben: Bakın çocuklar bu padişahların kaftanı, ipekten yapmışlar
İpek: Kocaamaannnn
Yiğit: kakam geldi
………….
Ben: Ay Metinnn…şu mücevherlere baaakkk…ne kadar çok mücevherleri var...
Metin: E onlar padişah Gülçin, olcek tabii…
İpek: Ay çook parlak
Yiğit: Ne zaman gitçez…
Bu muhabbet bööööyylece devam etti dostlarım.
Gezdik gezdik, bol bol fotoğraf çektik, yorulduk, acıktık. Baktık, Sarayın altında bir kebapçı..
Ben: Ay Metin çocuklar acıktı, şurada bir kebapçı var
Metin: Gidelim hayatım
Ben: Manzarası da çok güzel, deniz, boğaz filan
Metin: Evet hayatım
Ben: Ay ama şimdi burası çok pahalıdır, boşver
Metin: Saçmalama Gülçin, hadi yürü, gidip bir yemek yiyelim şurada…
Gittik arkadaşlar…tam kenarda, nefis manzaraya hakim bir masada oturduk. Herşey harika…menü geldi, sipariş vereceğim. Çocuklar köfte istiyorlar. Biz de beğendi,meğendi bir şey istedik işte. İçecek olarak nefis üzüm şırası. Üstüne de okkalı bir orta kahve…ay nasıl keyifliyim anlatamam.
Sonra Metin Yiğit'i tuvalete götürdü, ben de hesabı alayım dedim. Allah'ım keşke hesabı Metin isteseydi ve bana duyurmadan ödeme işini halletseydi. O kadarcık yemeğe, tamam yemek çok güzeldi ama olsun- evet, o kadarcık yemeğe tam 189 TL hesap geldi. O ne yaaa….iki tabak köfte 55 TL….mideme oturdu, yüreğime indi…
Metin'e söyledim, cevap belli zaten, ne kaşınıyorsun kızım.
Metin: e öyle tabii Gülçin, ne zannediyorsun? Hani sen bana seni Sunset'e manset'e götürmüyorum diye laf söylüyorsun ya, oralar buranın kaç katı sen biliyor musun?
Ben: Ay istemem Manset filan, ben evde köfte yaparım, boşver sen…..
Yemek yenmiş, tuvaletler yapılmış, Saray'ı gezmeye devam ediyoruz ama çocuklar iyice koptular olaydan. Yorgunluk, rehavet, can sıkıntısı filan bitirdi onları. Kutsal emanetler odalarını da gezdik zorla ama yetti…Bugünlük bu kadar kültür yeter herkese dedik.
Dönüş yolu maceramız da sonraki bölümde arkadaşlar. Daha hala 15 Kasım'ı bitiremedik yani….
Sevgiler
Bayram Tefrikası 2. Bölüm
Neyse, efendim, biz geldik Yerebatan Sarnıcı'nın önüne…
Ben: aaaa Metin bak burada Müze Kart gerekmiyormuş, hadi girelim
Metin: Girelim ayatım
İpek: Burası ne?
Yiğit: Kakam yokmuş
Neyse dostlarım, aldık biletlerimizi, bıraktık çocuk arabasını kapıda başladık Yerebatan Sarnıcı'nın merdivenlerinden inmeye. İçerisi karanlık derecesinde loş, ara ara ışıklandırma yapılmış. Çok sessiz ve mistik bir havası var. Henüz 3 merdiven inmiştik ki:
İpek: Burası çok karanlık, ben korktum
Yiğit: Korkuyorum ben, gidelim buradan
Ben: Çocuklar korkacak bir şey yok, hadi tutun elimi bakayım
Ben Yerebatan'ı çok severim. Ben seviyorum ya, çocuklarıma da sevdirmeye çalışmak gibi bir sapıklığım var. Neyse başladık yürümeye. Bir yandan da çocukları tutuyoruz, suya düşmesinler diye.
Ben: Bakın burası eskiden şehre su veren yermiş. Büyük savaşlarda düşman şehri kuşatırsa halk susuz kalmasın diye yapılmış, bir çeşit su deposu yani.
Yiğit: Ben korkuyorum gidelim buradan
Metin: Hadi durum şurada bir resminizi çekeyim…gene mi pili bitti bu aletin, daha yeni pil koyduk, kaç tane resim çektik ki şimdi…!%&$#....Neyse biz de kamerayla fotoğraf çekeriz
Ben: İyi de neresine basacağım kameranın
Metin: ( bıkmış bir ifadeyle) burasına Gülçin…
Bu arada Yerebatan'da yüzen balıklar kocaman arkadaşlar, öylesini balıkçı vitrinlerinde bile göremezsiniz. Kosssskocamanlar. Bu durum çocukların biraz ilgisini çekti çok şükür.
Neyse efendim, yürümeye devam ediyoruz. İpek tabelaları okuyor: Medusa--->
İpek: Anne Medusa ne?
A-ha…hadi bakalım, nasıl anlatırsın küçücük çocuğa Medusa efsanesini? Aşk, şehvet, seks, kan, intikam, kıskançlık, kafa kesme filan her türlü vahşet var hikayede…Ama mecburen bir yolunu bulacağız anlatmanın.
Ben: Kuşum çoooook uzun zaman önce 3 kızkardeş varmış. İkisi ölümsüzmüş, bu Medusa ise ölümlüymüş. Neyse bu bir prense aşık olmuş ama kötü cadı da o prensi seviyormuş. O yüzden Medusa'ya kötü bir büyü yapmış. O prens Medusa'yı beğenmesin diye saçlarını yılandan yapmış, bakışlarını da baktığı kişiyi taşa dönüştürecek şekle sokmuş. Sonra Medusa suya bakınca yansımasından dolayı kendisi taşa dönüşmüş.
Bir hikayenin içine ancak bu kadar edilir. Medusa affetsin…Ama ne yapayım, öteki türlü kızın rüyalarına girecek, uğraş dur sonra…
İpek konuyla ilgili biraz soru sordu, mutlu oldum. Yerebatan Sarnıcı'nın içinde yürümeye devam ediyoruz. Ama karanlık ve sessizlik Yiğit'i iyice rahatsız etti. Adam zaten arıza, iyice kayış attı…Gidelim deyip duruyor.
Geldik Gözyaşı sütununa…Metin hala o karanlıkta iyi bir resim çekeceğim diye kendini parçalıyor. Ben de bilgiç bilgiç öğreten adam modunda çocuklara birşeyler anlatmaya çalışıyorum. İpek sütunun dibindeki suya atılan bozuk paraları gördü.
İpek: Anne suda paralar var.
Ben: Evet anneciğim, insanlar dilekleri gerçek olsun diye böyle havuzlara para atarlar
İpek: Neden?
Ben: E dilekleri gerçek olsun diye
İpek: Para atınca dilekler gerçek mi oluyor?
Ben: Öyle olduğuna inanılır
Dedim ama kızıma bu durum hiç mantıklı gelmedi.
Devam ediyoruz. Geldik Medusa'ya…Metin hala güzel bir poz yakalayacağım diye uğraşıyor. Bu Medusa ile ilgili diğer bir inanış da bu heykelin kafasının sadece bir kaide olarak öylesine buraya konduğu görüşüdür ki bu da Metin'e hiç mantıklı gelmedi.
Metin: Ya Gülçin Allahaşkına, yani adamlar kocccaaaa bir sarnıç yaptılar da bu sütunun kaidesini unuttular, bu heykeli de öylesine, sütunu taşısın diye koydular öyle mi? Ya, bırak Allahını seversen yaa….
Medusa'ya baktık, baktık…geçtik…eh bu da bu kadar..Çıkışa doğru giderken yol üstünde sonradan, bizim zamanımızda yapıldığı belli olan çirkinlik ötesi sütunlar çıktı karşımıza.
Ben: Ay Metin şuna bakar mısın? Bir yüzlerce yıl önce yapılan şu güzelim, işlemeli, oymalı sütunların zarafetine bak, bir de bizimkilerin yaptığı şu iğrenç, dümdüz çimento yığınına? Zevkten eser yok, bla bla bla bla…..
Metin: Hayır madem kendilerinin zevkleri yok, bari yapılanı taklit etselermiş, en azından ortama uygun olmuş olurdu. Aydın geçinen kesim buna neden bir şey demiyor anlamıyorum bla bla bla bla….
Derken çıktık Yerebatan'dan arkadaşlar. Kapıda hediyelik eşya satan dükkandan ufak tefek hatıralar almaya karar verdik. Çok şirin şeyler vardı. Vardı da yabancı turiste 15, yerlisine 9 TL şeklinde….Hiç de utanmıyorlar diye söylendim ama Metin yurtdışında da bunun böyle olduğunu hatırlattı...
Topkapı Sarayı gezimiz diğer bir bölümde…
Sevgiler….
Gülçin
Ben: aaaa Metin bak burada Müze Kart gerekmiyormuş, hadi girelim
Metin: Girelim ayatım
İpek: Burası ne?
Yiğit: Kakam yokmuş
Neyse dostlarım, aldık biletlerimizi, bıraktık çocuk arabasını kapıda başladık Yerebatan Sarnıcı'nın merdivenlerinden inmeye. İçerisi karanlık derecesinde loş, ara ara ışıklandırma yapılmış. Çok sessiz ve mistik bir havası var. Henüz 3 merdiven inmiştik ki:
İpek: Burası çok karanlık, ben korktum
Yiğit: Korkuyorum ben, gidelim buradan
Ben: Çocuklar korkacak bir şey yok, hadi tutun elimi bakayım
Ben Yerebatan'ı çok severim. Ben seviyorum ya, çocuklarıma da sevdirmeye çalışmak gibi bir sapıklığım var. Neyse başladık yürümeye. Bir yandan da çocukları tutuyoruz, suya düşmesinler diye.
Ben: Bakın burası eskiden şehre su veren yermiş. Büyük savaşlarda düşman şehri kuşatırsa halk susuz kalmasın diye yapılmış, bir çeşit su deposu yani.
Yiğit: Ben korkuyorum gidelim buradan
Metin: Hadi durum şurada bir resminizi çekeyim…gene mi pili bitti bu aletin, daha yeni pil koyduk, kaç tane resim çektik ki şimdi…!%&$#....Neyse biz de kamerayla fotoğraf çekeriz
Ben: İyi de neresine basacağım kameranın
Metin: ( bıkmış bir ifadeyle) burasına Gülçin…
Bu arada Yerebatan'da yüzen balıklar kocaman arkadaşlar, öylesini balıkçı vitrinlerinde bile göremezsiniz. Kosssskocamanlar. Bu durum çocukların biraz ilgisini çekti çok şükür.
Neyse efendim, yürümeye devam ediyoruz. İpek tabelaları okuyor: Medusa--->
İpek: Anne Medusa ne?
A-ha…hadi bakalım, nasıl anlatırsın küçücük çocuğa Medusa efsanesini? Aşk, şehvet, seks, kan, intikam, kıskançlık, kafa kesme filan her türlü vahşet var hikayede…Ama mecburen bir yolunu bulacağız anlatmanın.
Ben: Kuşum çoooook uzun zaman önce 3 kızkardeş varmış. İkisi ölümsüzmüş, bu Medusa ise ölümlüymüş. Neyse bu bir prense aşık olmuş ama kötü cadı da o prensi seviyormuş. O yüzden Medusa'ya kötü bir büyü yapmış. O prens Medusa'yı beğenmesin diye saçlarını yılandan yapmış, bakışlarını da baktığı kişiyi taşa dönüştürecek şekle sokmuş. Sonra Medusa suya bakınca yansımasından dolayı kendisi taşa dönüşmüş.
Bir hikayenin içine ancak bu kadar edilir. Medusa affetsin…Ama ne yapayım, öteki türlü kızın rüyalarına girecek, uğraş dur sonra…
İpek konuyla ilgili biraz soru sordu, mutlu oldum. Yerebatan Sarnıcı'nın içinde yürümeye devam ediyoruz. Ama karanlık ve sessizlik Yiğit'i iyice rahatsız etti. Adam zaten arıza, iyice kayış attı…Gidelim deyip duruyor.
Geldik Gözyaşı sütununa…Metin hala o karanlıkta iyi bir resim çekeceğim diye kendini parçalıyor. Ben de bilgiç bilgiç öğreten adam modunda çocuklara birşeyler anlatmaya çalışıyorum. İpek sütunun dibindeki suya atılan bozuk paraları gördü.
İpek: Anne suda paralar var.
Ben: Evet anneciğim, insanlar dilekleri gerçek olsun diye böyle havuzlara para atarlar
İpek: Neden?
Ben: E dilekleri gerçek olsun diye
İpek: Para atınca dilekler gerçek mi oluyor?
Ben: Öyle olduğuna inanılır
Dedim ama kızıma bu durum hiç mantıklı gelmedi.
Devam ediyoruz. Geldik Medusa'ya…Metin hala güzel bir poz yakalayacağım diye uğraşıyor. Bu Medusa ile ilgili diğer bir inanış da bu heykelin kafasının sadece bir kaide olarak öylesine buraya konduğu görüşüdür ki bu da Metin'e hiç mantıklı gelmedi.
Metin: Ya Gülçin Allahaşkına, yani adamlar kocccaaaa bir sarnıç yaptılar da bu sütunun kaidesini unuttular, bu heykeli de öylesine, sütunu taşısın diye koydular öyle mi? Ya, bırak Allahını seversen yaa….
Medusa'ya baktık, baktık…geçtik…eh bu da bu kadar..Çıkışa doğru giderken yol üstünde sonradan, bizim zamanımızda yapıldığı belli olan çirkinlik ötesi sütunlar çıktı karşımıza.
Ben: Ay Metin şuna bakar mısın? Bir yüzlerce yıl önce yapılan şu güzelim, işlemeli, oymalı sütunların zarafetine bak, bir de bizimkilerin yaptığı şu iğrenç, dümdüz çimento yığınına? Zevkten eser yok, bla bla bla bla…..
Metin: Hayır madem kendilerinin zevkleri yok, bari yapılanı taklit etselermiş, en azından ortama uygun olmuş olurdu. Aydın geçinen kesim buna neden bir şey demiyor anlamıyorum bla bla bla bla….
Derken çıktık Yerebatan'dan arkadaşlar. Kapıda hediyelik eşya satan dükkandan ufak tefek hatıralar almaya karar verdik. Çok şirin şeyler vardı. Vardı da yabancı turiste 15, yerlisine 9 TL şeklinde….Hiç de utanmıyorlar diye söylendim ama Metin yurtdışında da bunun böyle olduğunu hatırlattı...
Topkapı Sarayı gezimiz diğer bir bölümde…
Sevgiler….
Gülçin
Bayram Tefrikası 1. Bölüm
Sevgili dostlarım,
Tam 1 senedir bu 9 günlük bayram tatilini bekliyordum. Güzel güzel gezeceğiz, yeni yerler göreceğiz, feci dinleneceğiz, tazeleneceğiz filan…Hatta o kadar azimliydim ki üşenmeyip ve de bir çuval para bayılıp çocuklara pasaport bile çıkarttık. Çocuklarımızın da ufkunu açalım, yurtdışına gidelim hesabı.
Gelin görün ki durum pek öyle olmadı. "Oraya mı gitsek? Yok şimdi soğuktur orası, buraya mı gitsek? Ay aman çok pahalı…Hah tamam, bilmem neresi olsun, amaaaann, çocuklar sıkılır şimdi orada" derken biz kaldık İstanbul'da. Ama olsun, biz de güzelce İstanbul'u gezeriz, tadını çıkarırız, hatta…evet evet tamam…çocuklarımıza İstanbul'un alışveriş merkezinden ibaret olmadığını, görülecek, gezilecek tarihi ve doğal güzellikleri de olduğunu gösteririz dedik ve İstanbul Kültür Turizmi yapmaya karar verdik.
Sonuçta bizler bilinçli geçinen, kültürlü ve iyi eğitimli anne babayız ya…çocuklarımıza da tarihi sevdireceğiz, yaşadığımız şehri tanıtacağız ve onlar bundan inanılmaz zevk alacaklar, daha fazla yer görmek isteyecekler,ler, ler, ler…
Zamanlama herşeymiş sevgili dostlarım, ben bunu anladım. Bazı şeyler için çocukların biraz daha büyümesi gerekiyormuş. En azından Yiğit'in…
Tarih: 15 Kasım 2010
Durum: Gelmeyin üstüme, zaten basmışım 35 yaşına
Neyse, arife günü sabah kalktık, kahvaltı faslı yine kavga dövüş, yesene evladımlarla geçti. İnterneti açtık. Baktık İstanbul'un tarihi zenginliklerinin bir kısmı ziyarete açık. İstikamet belli zaten: Tarihi Yarımada..Önce Sultan Ahmet, sonra Topkapı Sarayı. Zaten Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası kitabını da okumuşuz, daha bir bilerek gezeceğiz hesapta.
Önce sırt çantası hazırladım. Üşürlerse, terlerlerse,acıkırlarsa, susarlarsa, elleri kirlenirse diye bir bavula yakın malzeme aldım yanıma. Çocuklar yorulursa kucakta taşımayalım diye çocuk arabasını ve de diğerinin arkada ayakta durmasını sağlayan buggy board aparatını da yüklendik. Metin artık ses etmiyor garibim. Evlilik insanı olgunlaştırıyor vesselam. Kocam bu tür konularda benimle mücadele etmeyi bıraktı artık.
Atladık arabaya, geldik SultanAhmet'e. Oraların yabancısı sayılırız. Bulduğumuz ilk otopark'a arabayı bıraktık. Aldık takım taklavatı elimize başladık yürümeye. Önce bir dikilitaş'a geldik. Baktık, hakkaten sağlam dikmiş adamlar…Geçtik yanındaki Dikilitaş'a..Hani şu Mısır'dan gelen. Bu arada sürekli olarak bu günümüzü fotoğraflarla belgeleme çabasındayız. Bir yandan da çocuklara büyük bir şevkle bildiğimiz kadarıyla taşın hikayesini anlatmaya çalışıyoruz.
Ben: Bakın çocuklar çooook uzun zaman önce, yüzlerce yıl önce bu taş Mısır'dan böööle tek parça olarak getirilmiş.
Yiğit:…………
İpek: Neden?
Ben: İşte, o zamanki hükümdara saygılarını sunmak için
İpek: hııı………………üstünde kuş var.
Yiğit: Ne zaman gideceğiz?
Ben: Oğlum dur şimdi, bak, o zamanlar kamyon yok, vinç yok, bu adamlar bu taşı taaaa Mısır'dan getirip dikmişler, ne muhteşem değil mi?
Metin: Hadi bana bakın, poz verin bakayım.
Yiğit: Ne zaman eve gideceğiz?
Şeklinde devam eden bir muhabbet…Neyse yürümeye devam ediyoruz. Ayasofya bütün ihtişamıyla orada duruyor. Biz gene:
Ben: Bakın bu cami taaa 1500 sene önce yapılmış ve hala ayakta duruyor, ne harika değil mi? Nasıl yapmışlar acaba?
Metin: Evet canım, gerçekten muhteşem, hadi durun bir resminizi çekeyim.
İpek: ……….
Yiğit: İpek in arabadan ben oturucam…
Biraz daha yürüdük, milyon taşına geldik. Biz gene büyük bir şevkle anlatmaya çalışıyoruz.
- Çocuklar bakın bu taşı eskiden mesafeleri ölçmek için kullanırlarmış
Metin: Evet bundan İtalya'da da vardı, görmüştüm
İpek:…………………
Yiğit: Kakam geldi
Yılmadık arkadaşlar, azimliyiz, sevdireceğiz çocuklarımıza tarihi zenginliklerimizi...
Arkası diğer bölümde…
Öptüm şekerler…..
Tam 1 senedir bu 9 günlük bayram tatilini bekliyordum. Güzel güzel gezeceğiz, yeni yerler göreceğiz, feci dinleneceğiz, tazeleneceğiz filan…Hatta o kadar azimliydim ki üşenmeyip ve de bir çuval para bayılıp çocuklara pasaport bile çıkarttık. Çocuklarımızın da ufkunu açalım, yurtdışına gidelim hesabı.
Gelin görün ki durum pek öyle olmadı. "Oraya mı gitsek? Yok şimdi soğuktur orası, buraya mı gitsek? Ay aman çok pahalı…Hah tamam, bilmem neresi olsun, amaaaann, çocuklar sıkılır şimdi orada" derken biz kaldık İstanbul'da. Ama olsun, biz de güzelce İstanbul'u gezeriz, tadını çıkarırız, hatta…evet evet tamam…çocuklarımıza İstanbul'un alışveriş merkezinden ibaret olmadığını, görülecek, gezilecek tarihi ve doğal güzellikleri de olduğunu gösteririz dedik ve İstanbul Kültür Turizmi yapmaya karar verdik.
Sonuçta bizler bilinçli geçinen, kültürlü ve iyi eğitimli anne babayız ya…çocuklarımıza da tarihi sevdireceğiz, yaşadığımız şehri tanıtacağız ve onlar bundan inanılmaz zevk alacaklar, daha fazla yer görmek isteyecekler,ler, ler, ler…
Zamanlama herşeymiş sevgili dostlarım, ben bunu anladım. Bazı şeyler için çocukların biraz daha büyümesi gerekiyormuş. En azından Yiğit'in…
Tarih: 15 Kasım 2010
Durum: Gelmeyin üstüme, zaten basmışım 35 yaşına
Neyse, arife günü sabah kalktık, kahvaltı faslı yine kavga dövüş, yesene evladımlarla geçti. İnterneti açtık. Baktık İstanbul'un tarihi zenginliklerinin bir kısmı ziyarete açık. İstikamet belli zaten: Tarihi Yarımada..Önce Sultan Ahmet, sonra Topkapı Sarayı. Zaten Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası kitabını da okumuşuz, daha bir bilerek gezeceğiz hesapta.
Önce sırt çantası hazırladım. Üşürlerse, terlerlerse,acıkırlarsa, susarlarsa, elleri kirlenirse diye bir bavula yakın malzeme aldım yanıma. Çocuklar yorulursa kucakta taşımayalım diye çocuk arabasını ve de diğerinin arkada ayakta durmasını sağlayan buggy board aparatını da yüklendik. Metin artık ses etmiyor garibim. Evlilik insanı olgunlaştırıyor vesselam. Kocam bu tür konularda benimle mücadele etmeyi bıraktı artık.
Atladık arabaya, geldik SultanAhmet'e. Oraların yabancısı sayılırız. Bulduğumuz ilk otopark'a arabayı bıraktık. Aldık takım taklavatı elimize başladık yürümeye. Önce bir dikilitaş'a geldik. Baktık, hakkaten sağlam dikmiş adamlar…Geçtik yanındaki Dikilitaş'a..Hani şu Mısır'dan gelen. Bu arada sürekli olarak bu günümüzü fotoğraflarla belgeleme çabasındayız. Bir yandan da çocuklara büyük bir şevkle bildiğimiz kadarıyla taşın hikayesini anlatmaya çalışıyoruz.
Ben: Bakın çocuklar çooook uzun zaman önce, yüzlerce yıl önce bu taş Mısır'dan böööle tek parça olarak getirilmiş.
Yiğit:…………
İpek: Neden?
Ben: İşte, o zamanki hükümdara saygılarını sunmak için
İpek: hııı………………üstünde kuş var.
Yiğit: Ne zaman gideceğiz?
Ben: Oğlum dur şimdi, bak, o zamanlar kamyon yok, vinç yok, bu adamlar bu taşı taaaa Mısır'dan getirip dikmişler, ne muhteşem değil mi?
Metin: Hadi bana bakın, poz verin bakayım.
Yiğit: Ne zaman eve gideceğiz?
Şeklinde devam eden bir muhabbet…Neyse yürümeye devam ediyoruz. Ayasofya bütün ihtişamıyla orada duruyor. Biz gene:
Ben: Bakın bu cami taaa 1500 sene önce yapılmış ve hala ayakta duruyor, ne harika değil mi? Nasıl yapmışlar acaba?
Metin: Evet canım, gerçekten muhteşem, hadi durun bir resminizi çekeyim.
İpek: ……….
Yiğit: İpek in arabadan ben oturucam…
Biraz daha yürüdük, milyon taşına geldik. Biz gene büyük bir şevkle anlatmaya çalışıyoruz.
- Çocuklar bakın bu taşı eskiden mesafeleri ölçmek için kullanırlarmış
Metin: Evet bundan İtalya'da da vardı, görmüştüm
İpek:…………………
Yiğit: Kakam geldi
Yılmadık arkadaşlar, azimliyiz, sevdireceğiz çocuklarımıza tarihi zenginliklerimizi...
Arkası diğer bölümde…
Öptüm şekerler…..
çalışan anne olmak ya da olmamak....
Hani bizler çalışan anneler olarak ha bire şikayet edip, her yakaladığımıza ağlıyoruz ya…Ev hanımı olmak da kolay değil be arkadaşlar.
Kızım, minik kuşum doğduktan 3,5 ay sonra izinlerim bitince işe geri dönmüştüm. Çalıştığım fabrikanın benim bulunduğum bölümünün kapatılacağı kesinleşmişti ama olsun, ben iyi bir elemandım ve nasıl olsa başka bir pozisyona geçebilirdim. Gerçi kabul ediyorum evde annem, kayınvalidem ve bakıcı teyzemizin de olmasına rağmen işte aklım sürekli evde kalıyordu, minik kuşumu deli gibi özlüyordum ama olsun, çalışmak da lazımdı, öyle alışmıştım.
Sonra, yani 1 ay kadar sonra, bir gün telefonum çaldı. Evden arıyorlardı. Yüreğim pır pır ederek açtım telefonu. Kızıma bir şey mi olmuştu yoksa? Arayan bakıcımızdı.
" Gülçin müjde, İpek diş çıkardı"
Nasıl mutlu konuşuyordu anlatamam. Sesi cıvıl cıvıldı. Ben telefonda kalakaldım öyle..Bir iki kelam edip kapattım telefonu. Ağlamak için tuvalete kadar gitmeyi bile bekleyemeden masamda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Arkadaşlarım evde Allah korusun bir facia filan yaşandığını zannettiler çünkü ben uzun süre ağlamaktan konuşamadım.
Saatler sonra, biraz sakinleşince arkadaşlarımın " salak mısın kızım ne zırlayıp duruyorsun? Ne güzel işte, kızın diş çıkarmış" dediler ama bu beni sakinleştiremedi. Benim derdim başkaydı.
Kızım, minik prensesim hayatının ilk dişini çıkardı ve buna yabancı bir kadın şahit oldu. Ben değil…O minicik, pirinç tanesi gibi dişi ilk gören ben değildim. Bu bana o zamanlar çok ağır geldi. Para kazanabilmek için bebeğimi bırakıp işe geliyordum ama onun en güzel, en özel anlarına şahitlik edemiyordum.
Akşam eve geldim, eşime halimi, ahvalimi anlattım. O zaten bebeğimizi benim büyütmemi istiyordu. Maddi olarak benim işten ayrılmam bizi pek sarsmayacaktı. Müdürüm de bana gaz veriyordu:
" kızım fabrika kapanıyor zaten, seni kimbilir hangi bölüme gönderecekler. Daha 28 yaşındasın, ayrılıp 2 sene çocuğuna baksan 30 yaşında iş hayatına geri dönebilirsin"
Ertesi gün istifamı verdim. İçimde hiçbir boşluk yoktu. Kararımdan dolayı çok mutluydum. Artık evde kızımla beraber olacaktım.
Biliyor musunuz gerçekten herşey o kadar güzel gitti ki…Kızımla her sabah kahvaltı etmek, onu pusetine koyup beraber alışverişe çıkmak, parkta salıncakta sallanmak o kadar keyifli ve doyurucuydu ki benim için o yoğun iş tempomu, birşeyler başarmanın verdiği tatmini hiiiç aramıyordum.
Artık herşeyi kızımla beraber yapıyorduk. Ben yemek yaparken o da mutfakta bazen mama sandalyesinde bazen halının üzerinde oyun oynuyordu. Ben tam 50'li yılların Amerikan filmlerindeki kadın modeli olmuştum. Bütün gün bebeğine bakan, giyinip kuşanıp bebek arabasındaki yavrusunu da alıp çarşıya inen, yolda gördüklerine gülümseyerek selam veren, mutlu mesut temizlik yapan, akşama çeşit çeşit yemekler yaparak kocasını öpücüklerle karşılayan çok mutlu ideal bir kadın olmuştum. Yanlış anlaşılmasın gerçekten de çok mutluydum. Hayatımın bu yeni hali beni inanılmaz tatmin ediyordu.
Minik kuşum o kadar sakin ve beraber yaşaması kolay bir bebekti ki o 9 aylıkken biz 2. bebeği düşünmeye başladık. Nasıl olsa evdeydim, çalışmıyordum, ikisine de bakabilirim gibi geldi. Hem zaten bebek için şimdi yola çıksak 1 seneyi bulurdu tutturmak…Kızımda öyle olmuştu çünkü.
Derken…1 ay sonra, kızım 10 aylıkken hamile olduğumu öğrendim. Ne kadar çabuk…Evde bayram havası tabii…Ama canlar, evde bir bebek varken ikincisini beklemek de zormuş. Artık kızımı her zamanki kadar kucağıma alamıyor, kucağımda dolaşa dolaşa uyutamıyordum.
Hele bir de 5 aylık hamileyken eşimin işi icabı başka bir şehre taşınmamız gerekince işler iyice zor oldu.
Ama olsun, yine de ben gayet mutluydum. Artık bir yandan her geçen gün büyüyen karnımı kızımla beraber seviyor, çeşit çeşit yemekler pişiriyor, kızımla yürüyüşlere çıkıyor ve de akşamları eşimi kapıda güler yüzle karşılıyordum.
Veee…oğlumuz doğdu. Neler yaşadığımızı, oğlumuzun nasıl ölümlerden döndüğünü diğer bir yazımda bulacaksınız. Burada sizlere onun sağ salim eve dönmesinden sonraki hayatımızı anlatayım biraz.
Artık iki bebekli, çok zor bir doğum sonrası dönem geçirmiş bir anneydim. Evde bir bakıcımız vardı, Bandırma'da çok güzel bir evde yaşıyorduk. Ama sonuçta iki bebeğe bakmak yardımcım olmasına rağmen zordu. Kendime hiç zaman ayıramıyor, evde gecelikle geziyor, bakımsızlık ve zamansızlıktan ölüyordum. Hatta bir gün biri kucağımda, biri elimde, ben gecelikle koridorda yürürken aynada kendimi gördüm de ağlamak geldi içimden, tam bir gecekondu dilberine benzemiştim.
Doğum sonrası aldığım kiloları vermem de haliyle biraz uzun sürdü. Evdeyken sürekli birşeyler yiyordum. Mazeret de hazır nasıl olsa: emziriyorum. Oysa yediğim mozaik pastaların sütüme pek de bir faydası yoktu hani…
Artık yaklaşık 2 senedir evdeydim ve sıkılmaya başlamıştım. Evet bebeklerimle beraber olmak çok güzeldi, oğlum da çok şükür hayati tehlikeleri atlatmıştı, sağlığı çok iyiydi. Ama ben arkadaşlarımı özlemeye, yaşadığımız küçük yerden sıkılmaya başladım. Akşamları eşim işten eve geldiğinde ben ona " günün nasıl geçti hayatım?" diye sorduğumda o bana dolu dolu bir sürü şey anlatıyordu ama o bana sorduğunda " eee…işte çocuklarla ilgilendim, kuşum 2 kez kaka yaptı, kuzum 1 kez kustu, bir de fasulye pişirdim" den öte bir şey anlatamamaya başlamıştım.
Bu arada arkadaşlarım birer birer işlerinde yükselmeye başlamışlardı ve ben tam bir evhanımı bile olamıyordum. Temizliği ve diğer ev işlerini bakıcımız yapıyordu. Zaten ben öyle ev işinden de pek hoşlanmam. Ama yine de bir zamansızlıktır gidiyordu. İnternete bile giremiyordum. Geceleri bir birine bir diğerine uyanmaktan perişan hale gelmiştim. Çocuklarımdaki bu uyku problemi çooook uzun süre devam etti.
Değişiklik olsun diye ahşap boyama kursuna gittim. Tepsi boya, peçete kes yapıştır. Bu kursa gittiğime kendim bile inanamıyordum. Ben, canavar planlamacı, tedarikçilerin canına okuyan cevval kız gitmiş yerine ahşap boyayıp mozaik pasta pişiren bir kadın gelmişti.
Haa..tabi apartman komşularımın beni zorla altın gününe almalarını da unutmayalım. Her ne kadar " ben anlamam altın gününden, hayatımda gitmedim, zaten 2 bebeğim var" şeklinde bir araba mazeret sıralasam da beni dinlemediler. Ayıp olmasın diye katıldım ama aralarına katılamadım bir türlü. O başka bir dünya, aynı frekansı tutturamadık bir türlü.
Derken birgün ben yine tepsi boyarken bir anda kendime baktım. Bundan sonra hep böyle mi olacaktı? Ben evde çocuk bakan, altın günlerine giden, ahşap boyayan bir kadın mı olacaktım? Bunun için mi o kadar okumuş, kariyer yapacağım diye kendimi yırtıp Türkiye'nin en büyük en kurumsal şirketlerinde çalışmıştım. Artık kendimi işe yaramaz hissediyordum. Kocasının eline bakan bir kadın olmaya hiç alışmamıştım. Hoş gerçi ben böyle hissetmemeyim diye kendiliğinden eşim bankamatik kartını, hesabının internet şifrelerini bile bana teslim ediyor, ben ona ihtiyacı olduğunda para veriyordum ama olsun...Sonuçta kendimi işe yaramaz hissetmeye başlamıştım.
Eve geldim ve eşime " ben artık çalışmak istiyorum, çocuklar iyi, bakıcımız iyi, ben gidiyorum" dedim.
3 ay kadar yaşadığımız yerde küçük bir şirkette çalıştım. Önceki iş tecrübelerime göre çok küçük bir yerdi ama büyüğüne küçüğüne bakmıyordum. Sadece çalışmak istiyordum.
3 ay sonra eşimin tekrar tayini çıktı ve daha önceden yaşadığımız yere döndük. Eski bakıcımız tekrar bize geldi, annem de aylarca bizde kaldı. Ben de çoooook büyük, uluslar arası bir firmada küçük bir yönetici olarak işe başladım.
3 sene oldu buradayım. Ve şunu söyleyebilirim canlar: hergün 2,5 saatini yolda geçiren, çalışan, 2 küçük çocuk annesi olmak da çok zor bir şey. Sabahları 06:30'da servise biniyorum, ben evden çıkarken çocuklarım hala uyuyor oluyor. Onlara kahvaltı yaptıramıyorum, giydiremiyorum, okullarına öperek uğurlayamıyorum. Kızım 6 yaşında ve bune ilkokul 1'e başladı, okumayı erken sökünce erken başladı. Oğlum 4,5 yaşında ve anaokuluna gidiyor. Bana ihtiyaçları olduğunda yanlarında olamıyorum. Herşeyleriyle eşim ilgileniyor çünkü onun işi eve ve onların okuluna çok daha yakın.
Bedenim işte, aklım ve kalbim sürekli çocuklarımda. Geçen sene kızım okuda düştü ve çenesi yarıldı. Çalıştığım yer çok uzakta ve ben buradan bir araba bulup kızımın yanına gidemedim. Çenesine 4 dikiş atıldı. Eşim ve şans eseri babam hastaneye gittiler ama olsun… Ben yanında değildim.
İş için Almanya'dayken oğlum çok ağır, ateşli bir hastalık geçirdi. Yeni bakıcımız işe başlayalı 2 gün olmuştu ve ben 2 gündür tanıdığım bir kadına çocuğumu bırakmak zorunda kaldım. Gerçi çok şanslıydım, bu bakıcımız da çok iyi ve çok ilgili, özenli bir insan ama o tarihte bundan henüz o kadar emin değildim.
Bunlar çalışan bir anne için çok zor şeyler. Keşke çalışma koşullarımız bu kadar ağır olmasaydı. Günde 10 saat çalışma acaba başka hangi ülkelerde var? Yolda geçirilen zamanla beraber günde 12-13 saat evden uzaktayız. Eğer yarım gün çalışabilme şansım olsa veya evden çalışabilsem yemin ederim ölene kadar çalışırım ama bu şekilde o kadar zor oluyor ki anlatamam. Hep birşeyler eksik…..
Velhasıl kelam kardeşler olmadı, tutturamadım yine dengeyi...bana da yaranılmıyor biliyorum ama hem makul düzeyde çalışıp hem de çocuklarıma ve evime zaman ayırmanın bir yolu olmalı diye düşünüyorum.
Bilen bulan varsa bana haber versin
Sevgilerimle
Sevgilerimle
İpek'in orgu 24 Ekim 2008
Şimdi sevgili dostlar
Benim bu İpek kızım var ya...beni hasta etmektedirler.
Şöyle ki:
1) Ahan da Gökçe şahit arkadaşlarında ne görürse aynısını istemeye başladı. Dün akşam ki muhabbet ayakkabıydı. Hanımefendinin bir sürü ayakkabısı yokmuş, okulda giydiği beyaz ayakkabıyı sevmiyormuş, cırtcırtı bozulmuşmuş, o hem bağcıklı, hem de cırtcırtlı olanlardan istiyormuş.
Para basıyoruz ya burada…Delirtti beni akşam akşam…Almıyorum arkadaşlar, bakın dümeni size kırarsa geri adım atmak yok ona göre…istediği zaman çok ikna edici ve sevimli olabiliyor, sağlam durun….
2) Çocuğumuzun müzik ödevi var, dedemizin gelişi biraz uzayacak, gidelim bir org alalım, annemin sanat hayatının yadigarı orga nasıl olsa müşteri çıkar dedik ( malum sırada Gökçe'ninkiler var….). Metin iş çıkışı akşam akşam Unkapanı'na gitti, aradı taradı ucuzundan ( dediysem 330 YTL bu meret ) bir org aldı.
Adamcağız bir heves eve geldi. Diyalog şöyle:
" İpeeekk, baban geldi bak sana sürprizi var"
" Bana ne aldın babaaaa?" ( Bu arada yerde 2 metrelik bir org kutusu var )
" Bak bakalım sana ne aldım? Sen ne çalmak istiyorsun?"
" Keman"
Burada araya girip hayal gücünüzü çalıştırmak istiyorum, Metin'le suratlarımız tam dumur vaziyete geçti ki olay şöyle devam etti.
" Ne kemanı kızım? Keman da nereden çıktı?"
" Yavrum sen okulda ne çalmayı öğreniyorsun?"
" Flüt"
" ?*!???"
" Çocum ne flütü sen okulda org çalmıyor musun? Bak baban koşturup sana ne aldı?"
"aaa..ooorrg :-( "
Neyse Yiğit dışında evde herkes bir hayal kırıklığı yaşadı, Yiğit yeni oyuncağıyla pek mutlu. İpek Hanım'ın müzik çalarken başı ağrıyormuş, o yüzden artık müzik okulunun ödevlerini filan da yapmıyor. Ama Yiğit kafa ütülemek konusunda pek hevesli…
Ama bu arada ben ne keşfettim? Meğer ben bu org çalmak konusunda çok yetenekliymişim. Derse de İpek'le beraber giriyorum ya….bir çalıyorum bir çalıyorum…Ahh ah..vaktiyle! keşfedilseydim şimdi belki bir virtiöz olmuştum :-)
Öptüm kocaman…..
Benim bu İpek kızım var ya...beni hasta etmektedirler.
Şöyle ki:
1) Ahan da Gökçe şahit arkadaşlarında ne görürse aynısını istemeye başladı. Dün akşam ki muhabbet ayakkabıydı. Hanımefendinin bir sürü ayakkabısı yokmuş, okulda giydiği beyaz ayakkabıyı sevmiyormuş, cırtcırtı bozulmuşmuş, o hem bağcıklı, hem de cırtcırtlı olanlardan istiyormuş.
Para basıyoruz ya burada…Delirtti beni akşam akşam…Almıyorum arkadaşlar, bakın dümeni size kırarsa geri adım atmak yok ona göre…istediği zaman çok ikna edici ve sevimli olabiliyor, sağlam durun….
2) Çocuğumuzun müzik ödevi var, dedemizin gelişi biraz uzayacak, gidelim bir org alalım, annemin sanat hayatının yadigarı orga nasıl olsa müşteri çıkar dedik ( malum sırada Gökçe'ninkiler var….). Metin iş çıkışı akşam akşam Unkapanı'na gitti, aradı taradı ucuzundan ( dediysem 330 YTL bu meret ) bir org aldı.
Adamcağız bir heves eve geldi. Diyalog şöyle:
" İpeeekk, baban geldi bak sana sürprizi var"
" Bana ne aldın babaaaa?" ( Bu arada yerde 2 metrelik bir org kutusu var )
" Bak bakalım sana ne aldım? Sen ne çalmak istiyorsun?"
" Keman"
Burada araya girip hayal gücünüzü çalıştırmak istiyorum, Metin'le suratlarımız tam dumur vaziyete geçti ki olay şöyle devam etti.
" Ne kemanı kızım? Keman da nereden çıktı?"
" Yavrum sen okulda ne çalmayı öğreniyorsun?"
" Flüt"
" ?*!???"
" Çocum ne flütü sen okulda org çalmıyor musun? Bak baban koşturup sana ne aldı?"
"aaa..ooorrg :-( "
Neyse Yiğit dışında evde herkes bir hayal kırıklığı yaşadı, Yiğit yeni oyuncağıyla pek mutlu. İpek Hanım'ın müzik çalarken başı ağrıyormuş, o yüzden artık müzik okulunun ödevlerini filan da yapmıyor. Ama Yiğit kafa ütülemek konusunda pek hevesli…
Ama bu arada ben ne keşfettim? Meğer ben bu org çalmak konusunda çok yetenekliymişim. Derse de İpek'le beraber giriyorum ya….bir çalıyorum bir çalıyorum…Ahh ah..vaktiyle! keşfedilseydim şimdi belki bir virtiöz olmuştum :-)
Öptüm kocaman…..
Akşam yatamaz, sabah kalkamazlar
Dün gece saat 11. Bizim sıpalar hala ayaktalar. Sevgili kocam Ezel'i bile izlemeyi bıraktı, gitti bunları uyutmaya çalıştı ama yok...
kime çektilerse bir inat bir inat...uyumadılar. Geldiler mutfağa, bizimle beraber oturuyorlar. Tabii kötü polis olmak kime düştü....bana...
İlk Hhöööeeeeyytttt 'imde İpek paşa paşa sessizce gitti odasına yattı kuşum. Oğlan inat...dikti gözlerini bana kötü kötü bakıyor. Sıpa, sana mı pabuç bırakacağım, ben de ona bakıyorum. Gözünü ilk kaçıran namerttir. Ulan gözüm de tam kaşınacak zamanı buldu....kaşırsam teması kaybedeceğim diye kaşımadım valla....
Baktı olmayacak, " babam gelip beni uyutsun" moduna geçti. " yok dedim gelmeyecek, geldi zaten ama uyumadınız, şimdi de gelmeyecek" 3-5 dakika daha kötü kötü baktı bana...ben de işin soğuk savaş kısmını bırakıp tehdit aşamasına geçtim. " ya şimdi odana gidersin ya da sabaha kadar mutfakta halının üzerinde oturursun"
Nasıl inandırıcı söylemişsem artık şöyle bir doğru mu söylüyorum yoksa blöf mü yapıyorum diye baktı....baktı baba da bana destek veriyor, uğraşılmaz bunlarla deyip, kalktı odasına gitti...bir yarım saate kadar ikisi de uyumuştu...
Burada bir es alıyorum sevgili okurlar...bizim çocuklarımızın kendi kendilerine uyudukları pek görülmemiştir. Mutlaka yanlarında birini uyuyana kadar esir ederler....
Sabah saat 06:30...evden çıkacağım, zaten servisi kaçırmama ramak kalmış...kalktı beyefendi...ağlamıyor ama çıkardığı ses ile seslendirme oscar'ı alır sıpa...." anneciğim gitme, ben okuldan korkuyorum" moduna geçti yine...hayır akşamdan limoniyiz ya...ne yapayım, işe arabayla giderim dedim, zaten yarın araba bana lazım olacak.
Aldım Yiğit'i kucağıma, sakinleşene kadar 20 dakika filan kucak kucağa oturduk. En sonunda sakinleşti, babasının yanına yattı. Ben de uyuyan kızımı öptüm - o da pek bir lokumdu hani-- evden çıktım.
Ekteki fotoğrafı sabah Metin gönderdi. Eşşek sıpası sabah okula gitmek için giyinmiş, ayakkabılarını giyme aşamasında kapının önünde, ayakkabılığın dibinde uyumuş....Siz şimdi söyleyin bana, bu çocukları yer misiniz yemez misiniz?
öpücükler
Ne olmak istiyorum?
35 yaşındaki birinin bunu sorması biraz garip ve hatta salakça ve hatta kişiliksizce gelebilir. Ama ben 10 yıllık aralıklarla insanların bu soruyu kendine sorması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bu verilecek cevabı hemen uygulayabileceğimiz anlamına gelmiyor. Kocacım sözüm sana, işi gücü bırakıp bir balıkçı kasabasında kendini doğaya salamazsın, 2 çocuğumuz var bizim :-))
Şimdi kızım öğretmen olmak istiyor. O bana göre daha akıllı ve ne istediğini bilen bir çocuk. Bir film artistine hayran olduğundan öğretmen olmayı isteyecek bir tip değil. Ama benim kızım olduğuna göre Allah ömür versin daha çook fikir değiştirir.
Oğlan ise tam benim gibi…önceden Spiderman olmak istiyordu…sonra Ben Ten…..şimdiki hayali yıldız olmakmış. Gitar alacakmışız ona, yıldız olacakmış. Sebebini söyleyeyim de yanlış fikirlere kapılmayın: Sünger Bob geçen bölümünde rock'n roll konseri veriyordu, onu gördü….bak bu oğlan biraz da mı bana benziyor ne….İpek daha Metin gibi…ayakları yere basıyor….
Neyse, şöyle bir düşünelim, hayatımızı evrelere ayıralım ve her bir evrede ne olmak istediğimizi hatırlamaya çalışalım:
Ben çocukken hiiiç öyle prenses filan olmayı hayal etmemiştim. Haydutluk ve asap bozucu bir velet olup sümüklerimi oraya buraya sürmekle çok meşgul olduğumdan olsa gerek. Kanımda yok ne yapayım, hala daha da elit bir hanımefendi kimliğine bürünmem gereken nadir zamanlarda biraz sıkıntı çekiyorum.
Hatırladığım ilk kişisel menkıbem sivil polis olmaktı. Altında yatan sebep asla ve asla çok iyi bir insan olduğum için kötülere haddini bildirmek filan değildi tabii ki…Olay tamamen şudur: Önce San Fransisco Sokakları'nda Michael Douglas'a sonra da Miami Vice'da Don Johnson'a aşık olmam. Sanki sivil polis olursam onlarla çalışacakmışım gibi gelirdi ben 6-7 yaşlarındayken….
Neyse, bu diziler uzun sürdüğü için bu hayal de uzun sürdü.Taaaaa ortaokula kadar.
Ortaokuldayken öğretmen olmaya karar verdiğim kısa bir dönem vardı. Bunun sebebi ise çok ulvi bir amaca sahip olum çevreme ilim ve irfan yaymak değildi tabii ki…Top Gun filminin çıktığı zamanlardı ve Tom Cruise Kelly McGills'e aşık oluyordu, Kelly onun öğretmeniydi arkadaşlar. Bu hayalim de sonra bir sınav öncesinde bir sınıf arkadaşıma, tenefüsste anlamadığı bir konuyu anlatırken, beni anlamadığı ve aynı soruyu 2 kez sorduğu için onu boğmak istememle son buldu. Bir öğretmende olması gereken sabır maalesef benim mayamda yok.
Neyse, lisedeyken bazı AFL'liler gibi ben de bilim adamı olup hayatımı lab.'da mikroskop başında geçirme hayalleri kuruyordum. Ve sonra yine bazı AFL'li gibi lise sona geldiğimde " ulan lab faresi olup n'apıcan, yürü git para kazanacağın bir iş yap" gibi gayet ideolojik bir yaklaşımla mühendis oldum.
Yok, bir dakika…aslında doktor olmak istiyordum ama annem tıp okumak için beni İstanbul'a göndermeyeceğini, tıp okuyacaksam kıçımı kırıp Ankara'daki bilmem kaç tane tıp fakültesinden birine gidebileceğimi söyledi. Tabii, annem kibar kadındır, kıç demedi ama ben onun düşünce baloncuğunda bu anlamı yakaladığıma yemin edebilirim.
Burada da gayet rasyonel, ulvi ve ideolojik bir karar verip tıp okumak mı İstanbul'a gitmek mi arasında düşünüp İstanbul'a gitmeyi seçtim.
Terk ettiğim kaçıncı hayalimin arkasından İstanbul'a geldim bilmiyorum ama iyi vakit geçirdim.
Ondan sonrası ise benim kontrolüm dışında mı gelişti? Bazen... Bir sürü sebeplerden çok iyi yerlerde çalıştım ve de ayrıldım. Bu gitmeklik durumu bende alışkanlık yaratmaya başladı.
Mezun olunca küçük bir yazılım şirketine girdim. Baktım burada bir halt olmayacağım, zaten ingilizce de nanay, ailemden parayı alıp İngiltere'ye gittim. İyi ki de gitmişim. Dönünce iş ararken tesadüf eseri yolum gıdada dünya devi bir şirketle kesişti.
Evlenmeyeceğim, kariyer yapacağım diye annemden çeyizlerimi bile alıp Banu ile bekar evimizde kullanmaya başlamışken Metin'e aşık oldum. Kariyer hayallerinin yerini "ay acaba 8 tane mi likör kadehi alsam 12 tane mi? Ayyyyy şu peçete bileziklerine baaakk..ne hoooşşş" gibi kızsal muhabbetler aldı.
Sonrasını biliyorsunuz sevgili dostlarım, büyük, kurumsal şirketler...evet, ama...hepsinin amacı aynı…ev hanımı olmayıp para kazanmak. Yoksa başka bir amacım yok. Kariyer mariyer umurumda değil aslında…sadece çocukların geleceği için biraz daha para kazanabilmek istiyordum….
Ama çalışıyor olmaktan zerre kadar zevk almazken hala çalışıyor olmamı sanırım işleyen çarkı bozacak iradeyi zaman içerisinde yitirmiş olmamla açıklayabiliriz. Eğer birileri beni kovmazsa veya zorla istifa ettirmezse bu durum emekliliğe kadar devam eder korkarım. Ama bi kovarlarsa sayın sabır abidesi okuyucularım….işte o zaman eminim çok daha farklı işler yaparken bulabilirsiniz beni…
Bakalım bizim yumurcaklar daha ne dallardan ne dallara zıplayacaklar….Allah ömür versin, seyretmesi çok keyifli olacak….
Ay çok sıkılmıştım, yazayım dedim ama biraz baydım galiba….kusura bakmayın…
Öptüm
Şimdi kızım öğretmen olmak istiyor. O bana göre daha akıllı ve ne istediğini bilen bir çocuk. Bir film artistine hayran olduğundan öğretmen olmayı isteyecek bir tip değil. Ama benim kızım olduğuna göre Allah ömür versin daha çook fikir değiştirir.
Oğlan ise tam benim gibi…önceden Spiderman olmak istiyordu…sonra Ben Ten…..şimdiki hayali yıldız olmakmış. Gitar alacakmışız ona, yıldız olacakmış. Sebebini söyleyeyim de yanlış fikirlere kapılmayın: Sünger Bob geçen bölümünde rock'n roll konseri veriyordu, onu gördü….bak bu oğlan biraz da mı bana benziyor ne….İpek daha Metin gibi…ayakları yere basıyor….
Neyse, şöyle bir düşünelim, hayatımızı evrelere ayıralım ve her bir evrede ne olmak istediğimizi hatırlamaya çalışalım:
Ben çocukken hiiiç öyle prenses filan olmayı hayal etmemiştim. Haydutluk ve asap bozucu bir velet olup sümüklerimi oraya buraya sürmekle çok meşgul olduğumdan olsa gerek. Kanımda yok ne yapayım, hala daha da elit bir hanımefendi kimliğine bürünmem gereken nadir zamanlarda biraz sıkıntı çekiyorum.
Hatırladığım ilk kişisel menkıbem sivil polis olmaktı. Altında yatan sebep asla ve asla çok iyi bir insan olduğum için kötülere haddini bildirmek filan değildi tabii ki…Olay tamamen şudur: Önce San Fransisco Sokakları'nda Michael Douglas'a sonra da Miami Vice'da Don Johnson'a aşık olmam. Sanki sivil polis olursam onlarla çalışacakmışım gibi gelirdi ben 6-7 yaşlarındayken….
Neyse, bu diziler uzun sürdüğü için bu hayal de uzun sürdü.Taaaaa ortaokula kadar.
Ortaokuldayken öğretmen olmaya karar verdiğim kısa bir dönem vardı. Bunun sebebi ise çok ulvi bir amaca sahip olum çevreme ilim ve irfan yaymak değildi tabii ki…Top Gun filminin çıktığı zamanlardı ve Tom Cruise Kelly McGills'e aşık oluyordu, Kelly onun öğretmeniydi arkadaşlar. Bu hayalim de sonra bir sınav öncesinde bir sınıf arkadaşıma, tenefüsste anlamadığı bir konuyu anlatırken, beni anlamadığı ve aynı soruyu 2 kez sorduğu için onu boğmak istememle son buldu. Bir öğretmende olması gereken sabır maalesef benim mayamda yok.
Neyse, lisedeyken bazı AFL'liler gibi ben de bilim adamı olup hayatımı lab.'da mikroskop başında geçirme hayalleri kuruyordum. Ve sonra yine bazı AFL'li gibi lise sona geldiğimde " ulan lab faresi olup n'apıcan, yürü git para kazanacağın bir iş yap" gibi gayet ideolojik bir yaklaşımla mühendis oldum.
Yok, bir dakika…aslında doktor olmak istiyordum ama annem tıp okumak için beni İstanbul'a göndermeyeceğini, tıp okuyacaksam kıçımı kırıp Ankara'daki bilmem kaç tane tıp fakültesinden birine gidebileceğimi söyledi. Tabii, annem kibar kadındır, kıç demedi ama ben onun düşünce baloncuğunda bu anlamı yakaladığıma yemin edebilirim.
Burada da gayet rasyonel, ulvi ve ideolojik bir karar verip tıp okumak mı İstanbul'a gitmek mi arasında düşünüp İstanbul'a gitmeyi seçtim.
Terk ettiğim kaçıncı hayalimin arkasından İstanbul'a geldim bilmiyorum ama iyi vakit geçirdim.
Ondan sonrası ise benim kontrolüm dışında mı gelişti? Bazen... Bir sürü sebeplerden çok iyi yerlerde çalıştım ve de ayrıldım. Bu gitmeklik durumu bende alışkanlık yaratmaya başladı.
Mezun olunca küçük bir yazılım şirketine girdim. Baktım burada bir halt olmayacağım, zaten ingilizce de nanay, ailemden parayı alıp İngiltere'ye gittim. İyi ki de gitmişim. Dönünce iş ararken tesadüf eseri yolum gıdada dünya devi bir şirketle kesişti.
Evlenmeyeceğim, kariyer yapacağım diye annemden çeyizlerimi bile alıp Banu ile bekar evimizde kullanmaya başlamışken Metin'e aşık oldum. Kariyer hayallerinin yerini "ay acaba 8 tane mi likör kadehi alsam 12 tane mi? Ayyyyy şu peçete bileziklerine baaakk..ne hoooşşş" gibi kızsal muhabbetler aldı.
Sonrasını biliyorsunuz sevgili dostlarım, büyük, kurumsal şirketler...evet, ama...hepsinin amacı aynı…ev hanımı olmayıp para kazanmak. Yoksa başka bir amacım yok. Kariyer mariyer umurumda değil aslında…sadece çocukların geleceği için biraz daha para kazanabilmek istiyordum….
Ama çalışıyor olmaktan zerre kadar zevk almazken hala çalışıyor olmamı sanırım işleyen çarkı bozacak iradeyi zaman içerisinde yitirmiş olmamla açıklayabiliriz. Eğer birileri beni kovmazsa veya zorla istifa ettirmezse bu durum emekliliğe kadar devam eder korkarım. Ama bi kovarlarsa sayın sabır abidesi okuyucularım….işte o zaman eminim çok daha farklı işler yaparken bulabilirsiniz beni…
Bakalım bizim yumurcaklar daha ne dallardan ne dallara zıplayacaklar….Allah ömür versin, seyretmesi çok keyifli olacak….
Ay çok sıkılmıştım, yazayım dedim ama biraz baydım galiba….kusura bakmayın…
Öptüm
Yiğit Geldiğinde
Evet, İpek ile harika günler geçiriyordum. Kızım çok güzel ve sağlıklı bir bebeklik geçiriyordu. Ben işimden ayrılmış ve tüm zamanımı kızımla geçiriyordum. Yeni bir şehre taşınmıştık ve güzel komşuluklarım oluşmuştu. Bu mutluluğumuzu çiftlemek istedik.
Doktorumuzdan icazet aldık ve 2. bebek hazırlıklarına başladık. Kızıma hamile kalabilmek için aylarca uğraşmıştık. Bu sefer de "şimdi başlasak aylar sonra ancak tuttururuz" dedik ama ta taaaammmm. Ertesi ay bir baktım ki hamileyim. Kızım 10 aylıktı ve ben 2.'ye hamileydim. Nasıl mutlu olduk anlatamam.
Bu arada başka bir şehre taşındık. Doktorumuzu mecburen değiştirmek zorunda kaldık. Ama hamileliğim mükemmel gidiyordu. Her gün kızımla karnımı seviyorduk. Karnım büyüdükçe henüz 15 aylık olan kızım o kocaman karnımın içinde bir bebek olduğuna daha fazla ikna oluyordu.
Beklenen gün yaklaştı. 2. sezeryan olacağı için doktorumuz 37. haftada almak gerektiğini söyledi. İçimize sinmedi ama ne yapalım peki dedik.Sonuçta rahim yırtılırsa herşey daha tehlikeli olurdu.
Ama benim içime sinmiyordu. Yok işte bir türlü orada doğum yapmaya kendimi ikna edemiyordum. En yakın büyük şehir Bursa'ydı. Orası olsun diye bastırdım. Doktorum ilk kez bizim için başka bir şehirde doğum yaptıracaktı. Herşeyi organize ettim. Tarih olarak önce 22 Temmuz diyen doktorumuz daha sonra kendi programı açısından daha uygun olacağı için 19 Temmuz dedi. Peki dedik ona da...herşey yolunda ya...
Eşim kızımızın doğumuna girip kameraya çekmişti. Bizim için çok özel anlardı. İstedik ki oğlumuzun doğumunu da kameraya alalım. Bunun için ciddi mücadele vedik. Bu durumu reddeden bir hastaneden vazgeçip başka bir hastane ile anlaştık. Oysa şimdi eşim doğuma girdiği için o kadar üzgünüm ki... o anlara tek başına şahit olmasını hiç istemezdim. Bazı şeyleri fazla zorlamamak lazım işte...

Annemin dediğine göre çıktığımda daha anestezinin etkisi altındayken bile " oğlum nefes alıyor mu" diye sayıklıyormuşum. Annelik içdüsü herhalde... Oğlum doğduğunda nefes almamış. Zorlamışlar ama olmamış. Beyni oksijensiz kalmasın diye maskeyle oksijen vermişler. Sonra cılız bir sesle ağlamış ve herşey yolunda diye dışarı çıkarmışlar. Ama eşim ben de çıkana kadar ameliyathaneden ayrılmamış.
Onu kucağıma verdiklerinde meme ememiyor sürekli inliyordu. Sesi hala kulaklarımda. Gözümü açtığımda oğlumu gördüm. Rengi lacivertti. Hemşire üşüdü herhalde deyip onu benden aldı ve bir anda odadaki herkes ortadan kayboldu. Bir tek babam vardı ama o da yüzündeki ifadeyi görmemem için gazete okuyormuş gibi yapıyordu.
"Ne oluyor" diye sordum ama kimsenin verecek bir cevabı yoktu. Oğlum fenalaşmış. Dakikada 35-40 olması gereken nefes sayısı 100'e çıkmış.
Oğlum ölüyor.
Onu hemen Çekirge Çocuk Hastanesi'ne kaldırmışlar. Oraya hayatımın sonuna kadar minnet duyacağım. Yavrumun sol akciğeri patlamış. Pnömotoraks diyorlar. Dışarıdan iki kaburga arasından tüp takmışlar ama solunumu düzelmemiş. Solunum destek cihazına bağlamışlar. Bu arada 2 kez kalbi durmuş, kalp masajı ile çalıştırmışlar.
Ben sürekli ağlıyorum. Eşim hem bebeğimize koşuyor hem beni teskin etmeye çalışıyor. Doktorların "her an herşey olabilir, kendinizi hazırlayın " dediğini bile bana söylemiyor. Benim taburcu olma günüm geldi. Bebeğimi tekrar göremeden hastaneden çıktık. O an o kadar kötüydü ki Allah kimseyi hastaneden eli boş çıkarmasın. Yeni doğum yapan annelerin bana nasıl acıyarak baktıklarını hatırlıyorum. Eşimle kolkola girdik ve hastaneden çıktık.
Orada, çocuk hastanesinde kalmak istedim ama eşim beni zorla eve getirdi. Zaten haftasonu dedi, zaten oğlumuz yoğun bakımda göremezsin....Aslında beni korumaya çalışıyordu, bunu şimdi anlıyorum.
O iki günü evde zor geçirdim. Yavrumu emziremedeğim için göğüslerim şişti, mastit oldu, ateşim çıktı. Kızımın doğumunda hiç loğusa olup yatmamıştım bu sefer yatacağım diyordum ama olmadı. Ayağa kalktım, profesörler buldum konuştum, büyük hastanelerle irtibata geçtim. Ama herkes solunum destek cihazı tehlikelidir, beyin fonksiyonlarında sorunlara neden olabilir, çok ümitli olmayın dedi bize....inanmadım. O benim oğlumdu, ve güçlü olacaktı.
2 gün sonra sabah eşim aradı. "Cihazdan çıktı " dedi ağlayarak. Ağlamaya başladım. Oğlumuz 4 gün sonunda solunum cihazından çıkmıştı. Ama akciğerinin diğer tarafı iltihap kapmış. Çok ağır antibiyotik tedavisine başlanacakmış. Olsun beyinde bir problem yok ya.. Düzelir nasıl olsa, buna da şükür.
Bursa'ya gittim. Eşimle hastaneye yakın bir otele yerleştik. Her sabah "acaba yavrumuzu sağ bulacak mıyız?" korkusuyla hastaneye gittik. Hastanede yanında kalmayı bırakın görmemize bile izin vermiyorlardı. Oğlumuzu göremeden akşama kadar kapıda bekleyip her akşam "inşallah bu geceyi de sağ geçirir" dualarıyla otele döndük.
Bir gün bir hemşireye yalvardım " n'olur" dedim, "oğlumu doğru düzgün hiç göremedim, izin verin bir kerecik göreyim". Doktora sordu ve 10 saniyeliğine bizi içeri aldılar. Küvezin içinde o kadar küçük o kadar yalnızdı ki...her yanından tüpler, hortumlar sarkıyordu. Ağlamaya başladım, bizi dışarı çıkardılar. Bir gün "tüpü de çıkardık" dediler. Havalara uçtuk ama akşam tekrar fenalaşınca yine takmışlar.
Bu o kadar kötü bir durum ki. Küçücük bir haber bizi sevinçten zıp zıp zıplatırken yine küçücük bir haber ağlamaktan boğulmamıza sebep oluyordu. Evladını sağ salim alıp gidenlerle birlikte seviniyor, evladını kaybedenlerle birlikte ağlıyorduk.
Derken bir sabah hemşire dedi ki "hazırlanın bugün emzirmeye vereceğiz." Eşimle ne yapacağımızı şaşırdık. Oğlumuzu kucağımıza alacaktık. Demek ki iyileşiyordu. Onu mavi beyaz battaniyesine sarıp kucağıma verdiler. Minicik vücudu serum iğnelerinden delik deşik olmuştu ama olsun iyiydi ya.... Oğlumu emzirdim. O nasıl bir mutluluktu anlatamam. Eşimle birlikte hem gülüyor hem ağlıyorduk. Sonra her gün 3 kere emzirmeye verdiler. 21 günün sonunda da "oğlunuz artık iyi eve götürebilirsiniz dediler". 21 gün...kaç acılı, kaç mutlu anne-baba görmüştük. Allah'a çok şükür biz evladını sağ salim alıp giden ailelerdendik.
Bu arada haftada 2-3 kere kızımızı görmeye eve gidiyor, akşam o uyuduktan sonra da geriye otele dönüyorduk. Kızım daha 1,5 yaşındaydı ama herşeyin farkındaydı. Kucağımızda kardeşiyle eve girdiğimiz zaman nasıl sevindiğini anlatmak çok zor, kapıda zıp zıp zıpladı minik kuşum.
Oğlumuz çok şükür artık çok iyi...Uzun zaman tam hijyenik bir ortamda çok dikkatli bir şekilde bakıldı ama artık yaşıtlarından bile ileride. Hatta eşkiyanın önde gideni... ablasıyla oyuncak kavgaları yapıyor, anaokuluna gidiyor, dilli düdük, bal dudak bir şey. Ama ben hala, zaman zaman geceleri kalkıp nefesini dinliyorum.
Ve aldığımız her nefeste Allah'a şükrediyoruz, kimse evladıyla sınanmasın
Sevgilerimle
İpek'i beklerken
Aralık ayında 6 yaşını dolduracak kızıma hamileyken herhalde dünyanın en vesveseli anne adayıydım. Genel olarak yolunda giden bir hamileliğim vardı ama daha önce bir düşüğüm olduğu için sürekli birşeylerin ters gitmesinden korkuyordum. O kadar ki hamile olduğum haberini aldığımızda 3 ay dolana kadar tam anlamıyla sevinemedik bile. Sürekli bir kaybetme korkusu yaşıyorduk. "Ya buna da bir şey olursa" diye...
Allah'tan çok anlayışlı bir doktorumuz vardı. Pozitif enerjisiyle beni hep kendime getirirdi. O kadar ki ben karnımdaki bebeğimi özlediğim için 2 günde bir bir bahane uydurup yanına gider, ultasona girmek isterdim. Eh, benm yalancı çoban sendromumu sonunda farkeden doktorumuz:
" Gülçin sen bebeğini özlediğin zaman özledim deyip gel, ben sana 3 dakika göstereyim bebeğini" dedi. Ben artık öğle tatillerinde, akşam iş çıkışlarında 3 dakika bebeğimle özlem gidermeye gidiyordum yanına...
Ultrasonda nasıl da topalak, nasıl da sahici gözüküyordu. Onu daha minicik irpirinç tanesi kadar olduğu andan itibaren canımı verecek kadar çok seviyordum. Artık yemeklerimi damak tadım için değil, kızıma fadası olacak diye yiyordum. Bir tabak ıspanağı " oh, bir tabak folik asit yedim", diye, 1 parça eti " hah, tamam, bugün kü protein ihtiyacım tamam" diyerek yeme manyaklığına ermiştim.
Son iki ayda ben iyice şişmeye başladım. Bunun aldığım 20 kiloyla pek bir ilgisi yoktu aslında. İdarda albumin çıkmıştı. Şişiyordum ha bire...Doğuma kadar ekstradan protein tozları kullanarak idare ettik durumu.
Haftalar birbirini kovaladı ve beklenen tarihten tam bir hafta önce sabaha karşı 05:30'da suyum geldi. Hiç ağrım olmadı hem de hiç. Sadece suyum geldi ve biz hastaneye gidene kadar kesede su kalmamış. Beni hemen sezeryana hazırladılar. Doktorumuz "doğuma baba da girecek" dedi. Eşim kamerayı aldı ve minik perimizin doğumunu kaydetti. O masaya yattığım zaman ne kadar korkmuştum...
Sonra hatırladığım ilk şey ameliyathanede gözümü açıp "kızım nasıl?" diye sorduğumdu. Ameliyathanedekiler "çok saçlı" dediler, yine bayılmışım. Sonra beni koridorda odama doğru götürüyorlardı kendime geldiğimde. Çok ağrım vardı. Odaya geldik, ağrı kesici diye yalvarıyordum. Sonra bir hemşire kucağında kızımla odaya girdi. Onu kollarıma verdi. Aman Tanrım, kızımın güzelliğinden ne ağrım kaldı ne sancım. O kadar minik ve o kadar güzeldi ki... hoş gerçi şimdi geriye dönüp baktığımda aslında yavrumun doğduğu zaman hiç de güzel olmadığını anlıyorum. Kesedeki su tamamen bittiği için morarmıştı. Tanrım mosmordu ve alnı simsiyah tüylerle kaplıydı.. Ama olsun o benim minik yavrumdu ve ne olursa olsun ben onu herzaman çok sevecektim.
Neyse zamanla rengi düzeldi, alnındaki tüyler döküldü ve ortaya gerçekten çok güzel bir minik prenses çıktı. O kadar akıllı o kadar uslu bir bebekti ki...
Kızımı kucağıma aldığım anda işmiş, kariyermiş hiç umurumda olmadı ve işimi bıraktım. Çünkü ben nasıl olsa iş bulurdum ama bebeğimin bu günleri bir daha geri gelmezdi. Yavru kuşumla birlikte biz çok mutlu bir aileydik. O kadar ki kızım 9 aylık olduğunda "hadi" dedik "mutluluğu çiftleyelim".
Devamı Yiğit Geldiğinde bölümünde
İpek'in Şovu 29 Mayıs 2007
Günaydın sevgili dostlarım
Dün akşam çok güzel bir şov izledik...Güldüm, ağladım, coştum...ve bunların hepsini 10 dakikalık bir gösteride yaşadım. İnanılmazdı...
Daha dün kapkara bir bebek olarak doğan benim akça pakça minik kızım büyümüş de sahnede gösteri yaparmış, bir de üstüne şov bitince eğilip selam verirmiş....
Dün akşam İpek’in kreşinin yılsonu gösterisi vardı. 12 kişilik sınıfıyla palyaço olup çıkıp danslarıyla beraber 3 şarkı söylediler. Perde açıldı ve benim 2,5 yaşındaki minik kızım karşımdaydı. Sanki yıllardır sahneye çıkarmış da bu duruma çok alışıkmış gibiydi. Müzik başladı. Kızım diye söylemiyorum ama gerçekten harikaydı. Diğer çocuklar arasında donup kalıp hareket edemeyenler mi istersiniz, annesini arayan mı, oraya buraya bakınan mı? Ama İpek’im öyle duruma hakimdi ki...müzik başladı ve benim kızım da hareketlerini yapmaya...evde hiç prova yapmadık çünkü ne yapılacağını bile bilmiyorduk. Okulda ne öğrettilerse o...o kadar...
Dansının figürlerini hiç atlamadan, şaşırmadan yaptı...öyle tatlıydı ki...Sonra bizi gördü ama kendini hiç bozmadı...sadece iki hareketinin arasına bir öpücük sıkıştıdı, kısa bir el sallama ve show must go on....el çırptı, döndü, zıpladı, şarkı söyledi...
Dansları bitince de eğilip selam veren tek çocuk kimdi bilin bakalım: benim kızımdı, İpek kızımdı....öyle gurur duydum ki kızımla bu minicik gösteride...biliyorum abartıyorum ama ne yapayım ben anneyim. Bu da bana epey abartma hakkı veriyor otomatikman...
Haa unuttum, ablasını sahnede görünce coşan biri daha vardı yanımızda....Yiğit oğlum ablasını sahnede görünce bir tezahürata başladı ki sormayın. Bir de dönüp dönüp bana baktı onay alırcasına....
Allah hepimizin evladına sağlıklı uzun ömürler nasip etsin inşallah, daha çoook güzel günlerini görelim...
Herkese iyi günler, sevgiler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)